ayakkabı boyamızı yenilemediğimiz zamanlarda,
kalabalıkların sanatla barışıklığını kutladıkları,
büyük ve bir o kadar zarif salonlarda paltolarımızı almıyorlar.
göğe yeğ olsun diye dikilen o göğüs kıvrımı odada,
dulların itelendiği bir masada buluyoruz kendimizi..
işte o zaman ıslak ve dökülen bir şeyler dolduruyoruz ceplerimize..
salon durgun bir istikrara mıh,
yeni esanslara boğulmuş beliriyor etrafımızda.
gözlerimizi körelten bu şey de ne!
ışıltısından,
ıslak ve dökülen şeylerimizi çalıyor garsonlar..
hayır bu simya işi değil diyoruz üç-beş kişi..
bir patırtı kopuyor kumandan silahına davrandığında,
askerler hazırda bekliyorlarmış..
bunu anlıyoruz şefin parmağındaki loradan..
etekler salınırken, dan sesiyle dizlere kadar bir sessizlik ve klak! klak!
duvarlardan uyuşuk ve kıskanç bakışlar seziyorum..
kravatlarının sonu görünmeyen ölüler..
onlarda müziğe eşlik ediyorlar..
bense dulların ceplerini karıştırıyorum.
gözlerimi kapattım ki ceplerime doldurduklarımı görmesinlerdi.
ahenk gözlerimi kamaştırıyordu derken bir düdük sesiyle kırpıldı salon..
balkondan bir bakış attı masmavi bir aksan..
kontes kontes çalım atıyordu mermere.
üç-beş kişi kağıtlarımızı buruşturduk ve
klak! klak! klak! poo!
simya işi değildi bu.
artık onlarda biliyorlardı bir cesedin nasıl soğudunu..
hakkında bölümünü okuyunuz ..