the photograph

39 8 5
                                    

"daha iyi hissediyorum seokjin. bak burası çok güzel. ortam değişikliği bana çok iyi geldi." dedim yüz üstü uzandığım yatağımda arka kamerayı açıp pencereden dışarıdaki manzarayı göstererek.

"gerçekten öyle mi hoseok? seni orada tek başına bıraktığım için içim çok huzursuz zaten, iyisin değil mi?" ekrandaki görüntüsünden bile ne kadar üzgün olduğu belliydi.

"iyiyim işte ama eğer daha fazla sormaya devam edersen kötü olacağım." dedim kızgın sesle kameraya karşı.

"tamam tamam artık sormayacağım. ama yine de kötü hissede-"

"tamam seokjin bugünlük bu kadar konuşma yeterli, sonra görüşürüz." kapatma tuşuna basarak başımı yastığa gömdüm sıkıntıyla.

seokjin'de bu kadar tereddüt ve endişe yarattığım için fena vicdan azabı çekiyordum. aklı her saniye bendeydi. tekrar alkol şişeleriyle dolu bir odada gece gündüz ağlayacağım diye ödü kopuyordu.

belki birkaç hafta önce olsaydı tam olarak öyle bir durumda kalmaya devam ederdim ama şu an için öyle bir planım yoktu benim. yaşamaya devam edebilirdim. elbette canım hâlâ çok yanıyordu, hâlâ her saniye aklımda haesoo vardı fakat artık beni bekleyen ne kadar o00lduğunu tahmin edemeyeceğim bir hayat olduğunun farkındaydım. hayat bir şekilde devam etmeliydi.

hayatı haesoo'nun istediği gibi yaşayacaktım.

bu hayatı yaşamak için ilk adım olarak ayağa kalktım ve üstümdeki rahat pijamalardan kurtularak daha hoş görünen kıyafetler giydim. ardından kaldığım daireden çıkarak merdivenlerden aşağı inmeye başladım.

"bay jung, günaydın!" duyduğum hayat dolu sesle gün bir anda aymıştı.

"sana da günaydın beomgyu." dedim küçük, sevimli çocuğa gülümseyerek.

"nasıl, beğendiniz değil mi pansiyonumuzu? babam burası için çok para harcadı, kesinlikle mükemmel bir yer." kendine güvenen konuşmasıyla kahkaha atmıştım.

"gerçekten öyle, babanın emeklerine değmiş." dediğimde gülümsemesi büyümüştü.

"nereye gideceksiniz bay jung? eğer jungkook hyungun yanına gidecekseniz o sahilde."

"sahilde mi?" dedim meraklı sesle. yavru bir köpek gibi başını salladı.

"evet, jungkook hyung orada çalışıyor." tam olarak nasıl çalıştığını merak etsem de beni ilgilendirmediğini düşünerek sadece başımı salladım.

"hayır sadece biraz dolanıp geleceğim."

"ah peki o zaman iyi eğlenceler. bolca güneş kremi sürmeyi unutmayın, yoksa kızarmış tavuğa dönebilirsiniz." işaret parmağımı göstererek gözlerimi kırptım.

"uyarın için teşekkürler."

pansiyondan çıktığım an boynuma asılı kamerayı elime aldım. buranın her santimi fotoğraflanmayı hak ediyordu, sanat eseri gibi bir yerdi ve ben fotoğraf çekmeye bayılırdım. mesleğimi bile bir makineye olan tutkuma bağlı kalarak seçmiştim.

dün dikkat edemediğim evlerde ve dükkanları da dikkatle çekmiştim, hepsi buram buram tarih kokuyordu. her geçtiğim sokaktan fotoğraf makineme bir anı bırakırken adımlarım beni bir şekilde sahile sürüklemişti. bundan memnundum, koleksiyonumda masmavi bir denizin, akşam güneşiyle muazzam buluşmasının onlarca karesinin bulunması heyecan vericiydi.

bir gözüm tamamen kapanmış, öteki dünyayı kameradan görürken kadraja takılan görüntüde takılı kalmıştım.

turuncu yansımalı mavi denizin ortasında tanıdık bir beden vardı. rengarenk bir uçurtmaya bağlı mavi sörf tahtasının üstünde duruyordu. üst bedeni tamamen çıplak, oldukça kaslı beyaz tenini ve dövmeli omzunu oraya çıkarmıştı. siyah saçları ıslanınca bukleleri daha belirgin hale gelmişti.

rose of the wind, hopekook Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin