Bazen hayat bize sürprizler yapıyordu, acı gerçeklerle yüzleştiğimizde anlıyorduk bunu. Hiç tanımadığım bir diyardaydım ama içimde bilmediğim bir aitlik hissi vardı. Nasıl oluyordu, bilinmez. Ormana ilk uyandığım zaman korkmuştum, ama sonra Alaca Tilki gelmiş ve tüm paniğimi alıp götürmüştü. İlginçti doğrusu... Düşüncelerim aklımdan geçerken, yüzümü buruşturdum.
"Yırtıcıların yöneticisi mi? Ben mi?" dedim kendi kendime, kendimi ikna etmeye çalışarak. Arada bir olabilirmiş gibi hissediyordum ama ya tersiyse? Ya gerçekten kraliçe bensem? O zaman ne olacaktı? Kabul eder miydim? Muhtemelen ederim. Her şeye çabuk adapte olup uyum sağlarım zaten. Öyle bir şey olursa, sadece birinin beni kışkırtması yeterliydi. Yakar, yıkar, belki hemen vazgeçerdim. Dedim ya, ayran gönüllüyüm. Ama şu an başka sorunlar yaşıyordum.
"Muhafızlar!" diye bağırdım, artık canıma tak etmişti. Demir kapıya bir kez daha tüm gücümle tekme savurdum. Kapının önünde anında beliren gardiyan, gözlerinde öfke ve sabırsızlıkla bana baktı.
"Rahat durasın, hatun. Yoksa zinhar alırım kelleni," dedi. Ona tiksintiyle baktım. İçimdeki öfke taşmak üzereydi, yüzümdeki her çizgiyle bunu hissediyordum.
"Ben hele bir buradan çıkayım, o vakit göreceğiz kim kimin kellesini alıyor," dedim, dişlerimi sıkarak. Mahlaz beni zindana attırmış olabilirdi, ama bana zarar vermekten kaçınıyordu. Yemek ve su konusunda cömert davranıyordu. Ancak bu yiyecekler bana ulaşmadan gardiyanın midesine iniyordu. Su bile vermemişti bana. Şerefsiz! Bunun intikamını alacağım. Bana da Asena demesinler!
"Bana Mahlaz'ı çağır!" diye emrettim. Sinirlerim iyice gerilmiş, neredeyse patlayacak hale gelmiştim. Kendimi sakinleştirmeye çalışsam da, içimdeki öfke kontrol edilemezdi.
"Anırsın kölesini! Ayağına çağırıyor koca Mahlaz'ı, ayağına gelecekmiş! Bak hele düşlerine," dediğinde, iki muhafızla birlikte içeri giren Mahlaz'ı görünce dudaklarım bir gülümsemeyle kıvrıldı. Gardiyanın bundan habersiz olması bana avantaj sağlıyordu. Fırsatları değerlendirmek benim uzmanlık alanımdı.
"Gelsin," dedim alaycı bir sesle, "bana yemek ve su vermediğini söyleyeceğim. Ayrıca kellemi almak istediğini de."
"Bu tutsak sana inanır mı?" dedi, dudaklarındaki küçümsemeyle. Fakat o kadar kibirliydi ki, arkasındaki Mahlaz’ın varlığını bile fark etmemişti.
"Buradaki tüm mahkûmların ipi benim elimde. Sen de fazla sıkmayasın canımı, yoksa buradaki kanun benim. Alıveririm kelleni," dediğinde, içimden güldüm. Bu cesur konuşmasının ardındaki korkuyu görebiliyordum.
"Bana inanmaz elbet, nasıl olsa bir tutsağım," diye omuz silktim. Bu kez gözlerimi Mahlaz’a diktim. "Ama bence sana inanmıştır, değil mi komutan?" dediğimde, gardiyan arkasını dönüp, uğradığı şokla,
"Efendimiz..." diye yalvarmaya başladı.
"Alın şu gafilin kellesini gözüm görmesin," dediğinde, muhafızlar gardiyanı sürükleyerek dışarı çıkardılar. Onun çaresiz çırpınışları zindanın soğuk duvarlarında yankılanırken, gözlerim hâlâ Mahlaz’daydı.
Baş başa kaldığımızda, boynumu çıtlattım, sanki yılların yükünü omuzlarımdan atıyordum.
"Yırtıcıların kraliçesi olduğum söyleniyor," dedim sakin bir şekilde. Her kelimemi dikkatle tartarak konuşuyordum. Bu adamın karşısında zayıflık göstermek istemiyordum.
"Gelişinle birlikte vahşi yaratıklar uyanmaya başladı, bu ciddi bir sorun," dedi, umursamaz bir tonda. O kadar sakindi ki, rahatsız olmuştum. Üzerindeki kahverengi gömlek ve bej yelek ona oldukça yakışmıştı. Siyah saçları taranmış, mavi gözleri buğuluydu; sanki geçmişin yükü gözlerinde toplanmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YIRTICI
Fantasía"İndirin silahları," dedim ama bilincimi açmaya çalışırken yerimde sendeleyip duruyordum. Kimse beni dinlememişti; onlar Pus'un adamlarıydı, onu dinlerlerdi. Pusa döndüm bu kez. "Söyle indirsinler okları, bunu tehdit olarak görüyor," dedim. "Lütfen...