Gözlerim onun kim olduğunu bulmak istercesine kısıldığında anlamsız bir çaba olduğunu fark ettim. Yerde yatıyordu ve kör bir insan bile buradan onu yaralandığını anlardı. Aklıma bir sürü ihtimal gelmesi gerekirken alacakaranlıkta hissettiğim tek şey belirsizlikti. Karanlık boşluk demekti. Karanlık hiçbir şey demekti.
“Sana ne oldu böyle...” diye anlamsızca söylenip yakındım. Bunu söylerken normalde gözlerimi dertle yumup kaşlarımı çatmam gerekiyordu çünkü tüm sorunlu şeyler bana denk geliyordu, sanki çok normal şeyler yaşamışım gibi. Ama şu an normalde değildim ve gözlerim tek bir yere odaklanmış bir şekilde öylece bakıyordum.
Yüzünü uzaktan iyi seçemesem de acı içinde buruşturduğunu tahmin ettim. Kılıcı bir yanına düşmüştü ve bir eliyle karnını tutuyordu.
“Ne oldu burada?” diye tekrardan anlamsızca söylendim, sesim öncekinden biraz daha yüksek çıkmıştı. Şu an mantıklı bir cümle kuracak kadar normal bir durumun içinde değildim. İnsani yetilerimin verdiği yetki ile ayaklarım beni geriye yavaşça götürmeye başladı. Ama o kadar yavaştı ki gidip gitmediğime ben bile emin değildim.
“Orada kal, Samantha.”
Bacaklarımdan his gitmişti. Olduğum yerde donup kaldım ve yine aynı şeyi yaparak öylece baktım. Ne yapacağımı bilmeden öyle duruyordum çünkü beynim de durmuştu. Birkaç saniye sonra öyle heykel gibi duramayacağımı anladığımda, korkudan yanına yaklaşmak için bir adım attım. Bir tepki veriyor mu diye baktığımda hiç bir ses gelmediği için birkaç adım daha attım.
Artık daha net görebiliyordum. Tam yanındaydım. Nefesleri acı çekiyormuş gibiydi ama bir yandan da buna dayanıklı ve alışık gibi duruyordu.
Sol yanında kılıcı yatıyordu, kenarı yere çarptığında çıkardığı metalik ses hâlâ havada asılı gibi duruyordu.
Yüzü, yorgunluktan ve acıdan buruşmuştu. Sol eli karın bölgesine sarılıydı, kan izleri parmaklarının arasında belirgin şekilde seçiliyordu.
Nefes alışı, derin ama düzensizdi; acı çektiği belliydi, ama bir o kadar da dirençli bir duruş sergiliyordu.Aslında bir o kadar rahat gibiydi, alışkındı. Onun sandığımdan daha güçlü olduğunu hissediyordum. Bedeni yerde uzanmış haldeyken bile beni öldürebilecek güçte olduğunu sezdim.
Olduğu yerde oturmak için hareketlendi ve başardı da. Sırtını duvara yasladığında daha önce görmediğim bu erkek yüzüne bakıyordum.
Burada herkeste gördüğüm gibi vücudu güçlüydü. Diyarda hiç çelimsiz ve güçsüz birine rastlamamıştım zaten. Gözlerimin onda olduğunu unutmuştum. Karanlıkta bile beyaz teni parlıyor, ışık saçıyordu sanki. Kafasında çoğu muhafızda rastladığım gibi bir şey takılıydı. Ama gözleri ve kaşları gözüküyordu, bu yüzden az da olsa mimiklerini seçebiliyordum. Karanlıkta görebildiğim kadar kahverengi olarak algıladığım gözleri beni buldu.
Sorumu inatçı biri gibi yineledim. “Ne oldu burada?”
“Bir şey yok, hayvan saldırısı.” Gözleri tekrar benden ayrıldı ve yarasını buldu. Olduğu yerde daha da diklendi. Tam ayağa kalkacaktı ki birden tekrar hızlıca gözleri beni bulduğunda irkilmeden edemedim.
“Bekle,” dedi. Kaşlarını çattı. Ben cümlenin devamını beklerken gözleri ellerimi buldu. “O elindeki ne?”
Benimde gözlerim ellerimi bulduğunda varlığını unutmuş olduğum çiçeklere baktım. Kaşlarımı bu süre zarfında çatıp çiçeğin ismini hatırlamaya çalıştım, birkaç saniye sonra nihayet hatırlayıp dudaklarımı aralayacağım sırada onu işittim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAYIP KRALLIĞIN KAYIP VELİAHTI
FantasyKayıp krallığın kayıp veliahtına hakkı olanı alması söylendi. Ancak kimse hakkı olanın ne olduğunu söylemedi. Konuşurlar ki bir veliaht daha varmış, Tanrı gücüne sahip değilmiş, tanrı katiliymiş. Dediler ki toprağın içine gömülmüş bir halk yaşarmış...