21 Nisan 2022
Ablam gitmekten bahsediyordu, yine. Sürekli onu bu şehirden, bu ülkeden iten bir şeylerin olduğunu söyler ve babamın yönettiği şirketin Amerika temsilcisi olmak isterdi.
Arkasında bırakacaklarını, annemi, babamı, beni hiç düşünmeden sadece gitmek istemişti hep. Onu ne itiyordu ya da oradan ne çekiyordu en ufak bir fikrim yoktu ama içimden bir ses onun ben olduğumu söylüyordu.
Biz ablamla hiç doğru düzgün anlaşamamıştık. O hep asi olandı, bense hep bir yerlere bağlı olan. Hep birilerine, bir şeylere bağlı yaşardım ben. Ablam da sürekli bu huyumdan yakınıp kızardı bana. Haklıydı, kızamıyordum bu yüzden.
"Nereye gideceksin kapıyı çarpıp!?"
"Cehennemin dibine, Meral!"
Annemler bir iş için İstanbula gitmişlerdi ve bu gün döneceklerdi. Ablam da az önce ettiğimiz saçma kavgadan dolayı yine gitmeyi seçmişti. Arada böyle çıkar giderdi, hiç birimiz de nereye gittiğini bilmezdik.
Ablamın kapıyı çarpıp çıkması beni bir nebze gerçekliğe döndürmüştü. Bana inat akan göz yaşlarım yanaklarımı yakarak yere düşüyordu. Hayır, canımı yakan tuzlu yaşlarım değil, ablamdı.
Onun ardından ben de çıktım evden, ama ne onu takip etmeye ne de bir daha dönmemek üzere. Annemle beraber kullandığımız resim atölyesine gidiyordum. İki sene önce bitirdiğim güzel sanatlar fakültesinden sonra burada çalışmaya başlamıştım. Annemin izinden gitmiştim.
Ben hep anneme özenirdim ama hiç onun gibi olamamıştım. Ablamın tüm huyları anneme benzerken ben babamın kopyasıydım. Her ne kadar görünüş olarak tam tersi olsak da ben babamın kızıydım, ablam annemin. Ablam beni biraz da bundan sevmezdi, babamın babamız olması dışında sevilecek bir yanı yoktu çünkü ona göre.
Eve çok uzak olmayan atölyeye geldiğimde yağmur yağmaya başlamıştı. Birden, gök yarılır gibi yağmaya başlamıştı. Biraz yağmurun altında durdum. Annem hep 'Nisan yağmuru şifadır' derdi. Bu yağan da nisan yağmuruydu ve benim de hem şifaya hem de göz yaşlarımın yağmur damlalarına karışıp görünmez olmasına ihtiyacım vardı.
Artık üşümeye başladığımda kapının kilidini açıp içeri girdim. Bir tarafta annemin resimleri, bir tarafta benim resimlerim vardı. İkimizin çizim tarzı arasında bariz bir fark olmasa da biraz inceleyen biri aradaki farkı anlayabilirdi. Ben anneme göre daha acemiydim ve çizgilerim daha sertti.
Kapıyı ardımdan kapatıp arka tarafta kalan atölye kısmına geçtim. Şovalede benim yarım bıraktığım bir resim vardı. Uzay boşluğunda Uranüs ve arka planda diğer gezegenlerin olduğu sürrealist bir resim çiziyordum. Son kısımları kalmıştı. Palete ihtiyacım olan boyaları sıkıp karıştırdım ve tuvalin başına geçtim.
Çizmek bana iyi geliyordu, hep iyi gelmişti. İçimdeki dertler sanki elimde tuttuğum fırçaya, oradan da tuvale akıyordu boyalarla birlikte. Çizmek beni kurtarıyordu, dünyadan alıp çizdiğim şeyin dünyasına götürüyordu.
Tam resmi bitirip köşesine imzamı atacağım sırada çalan telefonumla gerçeklere dönmek zorunda kaldım. Arayan annemdi. Büyük ihtimalle eve varmış ve beni göremeyince aramışlardı.
"Alo?"
"Sevda ve Kenan Acar'ın yakını mısınız?"
"Kızlarıyım, bir şey mi oldu?"
"Hastaneden arıyorum, kaza geçirmişler. Olay yerine vardığımızda çok geçti. Başınız sağ olsun."
Yaşadığım şok yüzünden ne telefonu kapatabiliyordum ne de ağzımı açıp tek kelime edebiliyordum. Zihnimin duvarlarında yankılanan tek bir cümle vardı: başınız sağ olsun.