ÖZGÜRLÜK

72 0 0
                                    

   Saatlerdir odamda volta atarak editörden gelecek olan telefonu bekliyordum. Bir polisiye roman yazmıştım ve bu romanın basılmaya layık görülüp tüm ülkede hatta tüm dünyada okunmasını çok istiyordum. Editörün şimdiye kadar sonucu bildirmek için araması gerekiyordu.

   Aslında romanın basılacağından emindim. Ben Yılmaz Holding'in sahibi Çevrim Yılmaz'ın küçük oğluydum ve bunun yayıncıların romanıma göstereceği ilgiyi arttıracağını ümit ediyordum.

   Telefonumun çalmasıyla kalp atışlarımın hızlandığını hissettim. Arayan editör olmalıydı. En azından ben öyle umuyordum. Yanlış alarm. Üstelik bir felaket. Hissiz bir felaket. Arayan kişi ağabeyim Bay Kabus'tu. Duygudan yoksun biriydi o. Her zaman ifadesiz bir yüzle dolaşır, insanların –özellikle de benim- keyfini kaçırmaya bayılırdı. Hareketleri incelikten yoksun ve düşüncesizceydi; hem kendisine, hem de çevresine karşı buz gibiydi. Sadece bu kadarla kalsa yine iyiydi. Buz gibi olma durumu kalbi için de söz konusuydu. Zaten ona çok yakışan bir adı da vardı: Burkhan. Bu adın sözlükteki karşılığı 'heykel' demekti. Galiba, ağabeyimi en güzel anlatan kelime, adıydı.

   Bir an onun çağrısına cevap vermemeyi, üstüne üslük reddetmeyi düşündüm. Ne yazık ki içinde bulunduğum şartlar altında –babamın ağabeyime benden çok güvenmesi, onun bana attığı her iftiraya inanması ve ben işin doğrusunu anlatınca beni yalancı bellemesi- açmaktan başka bir şansım varmış gibi görünmüyordu.

   Telefonu kulağımdan uzak tutmaya çalıştım. Koca Heykel'in o her zaman gürleyen ve kulak zarını patlatan sesinin dozunu biraz olsun azaltmak için bu gerekliydi. Yeşile bastım.

   Basmaz olaydım!

   "O telefon neden geç açılıyor, Küçük?"

   Hoparlör açık değildi ve telefon kulağımdan yirmi metre –işin doğrusu bir kol mesafesinde- uzaktaydı. Buna rağmen O'nun sesini rahatlıkla duyabiliyordum. İstemsiz olarak sırıttım. Telefonu kulağımdan yirmi metre –bir kol mesafesi demek istemiştim- uzak tutarak açtığım için kendimle gurur duyuyordum.

   "Küçük, orda mısın?"

   Küçük, o kendini bir şey sanan sinir bozucu ağabey bozuntusunun bana karşı kullandığı tek hitap sözcüğüydü.

   "Burdayım." Olmamayı yeğlerdim.

   "İyi. Ben şu anda havaalanındayım. Birazdan uçak kalkacak. New York'a gidiyorum. Babam sorarsa söylersin."

   "Yine mi New York?"

   İçimde bir şüphe uyanmaya başlamıştı. Son on yıldır her yıl New York'a birkaç defa uzun süreli seyahat yapıyordu.

   "İş için."

   "Elbette." Sana inanmıyorum. "Neden kendin söylemiyorsun?"

   "Telefonu kapalı, toplantıda herhalde."

   Benim "İyi" dememle telefonun yüzüme kapanması bir oldu. Ona güvenmiyordum. On dokuz yaşındaydım. Ağabeyim ise yirmi dört. Babam üç yıl sonra koltuğunu ikimizden birine devredecekti. Burkhan Yılmaz, bugüne kadar bana karşı sergilediği tüm oyunlarını bunun için yapıyordu: Mirasa konmak. Sırf bu yüzden söylemediği yalan, başvurmadığı iğrençlik kalmamıştı. Ondan nefret ediyordum.

   Sanırım babam da bu yüzden ona benden çok güveniyor, onu benden çok seviyordu. Ben duygusaldım. Tıpkı annem gibi. O ise mantıksaldı, tıpkı babam gibi. Holding işlerine kafam basıyordu basmasına, hem de çok iyi basıyordu ama sevmiyordum. Babamın zorlaması yüzünden ekonomi bölümünü tercih etmiştim. O olmasaydı ya edebiyat okuyacaktım ya da Polis Akademisi'ne başvuracaktım. Belki de Hukuk Fakültesi. Ona tam karar veremedim. Ağabeyim pek bir istekliydi ekonomi bölümüne. Girdiği üniversiteden birincilikle mezun oldu. Babamın holdinginde önemli bir konuma getirildi. Babam birincilerin iyi yerleri hak ettiğini söylüyor ama bana kalırsa bu torpilden başka bir şey değil. Anneme gelecek olursak... "Annen nerede?" sorusuna ilk kez "Bilmiyorum..." diye cevap verdiğimde altı, "Bilmiyorum..." bile diyemeyecek bir hale geldiğimde ise on yaşındaydım. İstanbul'dan İzmir'e ailecek tatile gidiyorduk. Arabayla. Ben bir ara uyuyakalmışım. Uyandığımda üç kişiydik. Annem yoktu. Ağabeyim ve babama defalarca kez sordum.

BİR VE ZİNCİR, DAİMAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin