4 MART 2016
ONUR SARI
Oldum olası nefret ettim hastane kokusundan. "Bir binanın içini bu kokuyla doldurmak için ne kadar çaba harcıyorlar acaba?" diye düşünmeden edemiyor insan.
Ciğerlerime bir iyilik yapıp nefesimi tuttum. Biraz daha, biraz daha... (Bunun tam bir iyilik olduğu hakkında şüphelerim oluşmadı değil.) Tuttuğum nefesi verdikten sonra ağzımdan solumaya başladım. Ciğerlerim o hava ile dolmak zorundaysa da ben bu kokuyu çekmek zorunda değildim, nasıl düşünememiştim?
Bir yandan bunları aklımdan geçirirken diğer yandan da yerdeki yıpranmış fayansın etrafını sağ ayağıma dolaştırıyordum. Sol dizim ise bir alışkanlık hâlinde belirli bir yörüngesi olmaksızın sallanıyordu. Ağzımdan nefes alıp vermeye devam ediyordum; ama bu dikkat çekmiş olmalı ki üzerimde birkaç bakış birden hissettim. Mecburen bu dahice yoldan vazgeçmek zorunda kaldım. Bir dahi daha toplum baskısına boyun eğiyordu. İstemsizce gülümsedim, bu düşünce bana komik gelmişti.
Kafamı kaldırıp karşıma baktığımda neredeyse sıra bekleyen kimsenin kalmadığını gördüm. Bekleyenler ya yanındaki ile sohbet ediyor ya da telefonuyla uğraşıyordu. Ama hâlâ oturacak yer yoktu. Bakışlarımı yine yere çevirecekken Ayça odadan dışarıya çıktı, dolu dolu olduğu buradan bile fark edilen iri gözlerini hızlıca kırparak kız arkadaş grubuna yöneldi. Onun çıkmasıyla birlikte açık kalan kapıdan kafasını uzatan genç hemşire, elindeki kağıdın alt kısımlarına doğru bakıp bağırdı: "Serkan Asya!"
Beklediğim an gelmişti, yaslandığım duvardan destek alıp kendimi iterek yürümeye başladım. Hızlı adımlarla hemşirenin aralık bıraktığı kapıya vardım, onunkine benzer bir hareketle kafamı içeri doğru uzattım. Serkan sağ kolunu sıvamış, oturmuş bekliyordu bile. Ne ara girdiğini görememiştim. Yüzümde istemsizce oluşan gıcık gülümsemeyle:
- Korkma yavrum, biz buradayız, dedim. Doktorun da gülümseyip işine devam etmesini fırsat bilip devam ettim:
- Doktor amca hiç acıtmayacak zaten, değil mi amcası?
Her zamanın aksine bu sefer kafa bir adama rastlamıştım, gülerek şakama eşlik etti (veya öyle bir şey):
- Yok, hiç acıtır mıyım annesi?
Gülme sırası Serkan'daydı. Pamuğu iğnenin çıktığı yere bastırarak odadan dışarı çıkarken hâlâ gülüyordu, ben de bozuntuya vermeden gülümseyerek eşlik ettim.Kendimizi hastane kokusunun bizi bulamayacağı bir yere, sokaklara attık. Hem yürüyor, hem sohbet ediyorduk:
- Seni beklerken saçımda kırk altı beyaz tel birden belirdi. Orta yaşlı bir teyze kalktı, yer verdi hatta, "Buyur otur amca." diye, zor vazgeçirdim.
- Arada iki kişi vardı be, ne var yani biraz geciktiysek?
- Hastane boğuyor adamı, sıkıldım.Bir müddet sessizlik oldu. Tramvay durağına yürüyorduk. Serkan tramvay ile gidecek, ben de ona durağa kadar eşlik ettikten sonra otobüse binecektim. Otobüse binmek bana yaklaşık 10 dakika zaman kazandıracaktı. Laf olsun diye sordum:
- Okulda da almışlar yani kanı?
- Evet, çarşamba günü. En geç cumaya kadar hastaneye verin, dediler.
- İyi, yetişmişiz, dedim. Bu seferki sorum cidden aklımı kurcalıyordu:
- Neden aldılar ki şimdi bu kanı bizden?
- Sebebini bilmiyorum ama mazereti olmayan tüm öğrencilerden, 1'den 12. sınıfa kadar, ücretsiz alınmış diye duydum.
- Üniversiteliler?
- Pardon, onlar da var. Devlet memurları da...
- Sadece Kayseri'de alınmış herhalde, Sena'ya sordum da İstanbul'da alınmamış mesela.
Durağa gelmiştik, pasosunu basarken bana baktı ve sırıttı:
- Ooo! Sena demek...
Serkan'ın tramvayı gelmişti, içindeki yolcular yeni yeni iniyordu. Gıcıklığa devam edeceğini bile bile, bir umut, cevap verdim:
- Ya yakın dostum, biliyorsun işte.
Tramvayın önünde durduğum turnikelere en yakın ikili kapısının önündeki sözde sıraya yandan katılan (kaynayan); kulağı küpeli, saçları uzun ama -neyse ki- arkadan erkek olduğu sakalları sağ olsun anlaşılan muhtemelen üniversiteli abinin arkasında sıra kapmak üzere koşarken elini kaldırıp alaycı bir tonda bağırdı:
- Biliriz biliriz!Bazı cümleleri ettiğime pişman etse de Serkan çok özel bir dosttu, candan öteydi. Sarı, dalgalı ama her zaman taralı saçları, kenarlardan az az açılmaya başlamıştı. Çıkık elmacık kemikleri ve pek çok yaşıtından çok sakalı vardı. Sakalını her kestiğinde iki yaş gençleşirdi. Güldüğünde neredeyse yok olan gözleri her zaman şaka konusu olmuştu. Bu gözlerin daha güzel bir dünya görmesini sağlamasa da, dünyayı daha güzel görmesini sağlayan bir de gözlüğü vardı. Sapları kırmızı, çerçevesi beyaz; Serkan kadar renkli bir gözlük... Benim zorumla kemik gözlük almıştı. Çok sevmesine rağmen insanların sıradanlaştırdığını düşündüğünden istemiyordu; ama beni kıramadı. Boyu uzun olsa da benden kısaydı. Ve her can dostu gibi gizlimiz saklımız yoktu. Yani artık olmayacaktı, bu akşam eve varınca...
Ben onunla her şeyimi paylaşsam da o, gönül işlerini bana açıp dertleşmekten çekinirdi ve konuyu değiştirirdi. Bazen ise "Kim ya? Söyle hadi!" şeklindeki sorularıma "Şahin K" diye cevap verir, gülümserdi. Ama sonunda uzun süren psikolojik savaşı kazanmış ve onu söylemeye ikna etmiştim. Yine de bunu hiç de niyetli kabul etmemiş ve bugün ayrılınca mesajla diyeceğini söylemişti. Öğrenmemi hiç istememesine akıl erdiremiyordum. Neticede benim sevgilime aşık olma şansı yoktu; çünkü benim sevgilim yoktu, biricik bir saptım. Belki de utangaçlığı biraz abartıyordu. Ama beni büyük bir merak içine soktuğu su götürmez bir gerçekti. Belki de bunu seviyordu, Serkan işte...
Otobüse binmiş, çoktan eve varmıştım. YGS hazırlığı için önüme açtığım kitabı çözmeme engel olan merak, kitabın sayfalarının üzerindeki telefonumun titremesiyle doruğa ulaştı. Üst üste iki titreme... Mesaj gelmişti. Mesajın Serkan'dan olmasını umarak telefonu elime aldım.
Ve bir lise son öğrencisinin asla yapmaması gerektiği şeyi yapıp o gün kitabın yüzüne bile hiç bak(a)madım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TANRI'NIN HATASI?
Mystery / ThrillerKayseri... Asırlar boyu şimdikinden daha fazla değere sahip bir ipek yolu şehri. Ve şehri 30 milyon yıldır, artık daha bir yorgun, ama her zaman olanca heybetiyle izleyen Erciyes... 2268 yıl önce etrafına ölüm saçan... Ama şimdi görecekleri bu zaman...