İTİRAF

34 3 0
                                    

Bu çocuk yine nereye kayboldu? Sabah kahvaltısında yanıma uğrayıp kısa bir sohbetten sonra yine görünmez oldu. Bu hali bana Edward'ı hatırlıyordu, hadi ama herkes bilir Alacakaranlık efsanesini. Bir var, bir yok... Ah, bilsen beni ne kadar yoruyorsun! Yine bütün günü onu ararken geçirmiştim ve neredeyse akşam oluyordu. Tek ayağım sargıda ve vücudumun pek çok yeri yaralı, kesikli olduğu için bir kaç gün havuz ve deniz yasağım vardı. Bunu sorun ettiğim söylenemezdi ama kızların zoruyla bütün günümü güneşin altında, onların tatlı tatlı(!) gülüşmelerini izleyerek geçirmekten rahatsızdım. Şu dünyada en kötü şeyler neden benim başıma gelir, anlayamıyorum!

Kızlar akşam güneşinin tadını çıkarırken bıkkınca bir nefes vererek ayaklandım. "Ben dolaşacağım, oda da görüşürüz." dedim gözlerimi devirerek.

Deniz istifini bozmadan tek gözünü açmıştı. "Bu ayakla mı?" Ona ters ters bakarak "Evet." dedim ve yürümeye başladım, güneşte kalmak sinir sistemimi de bozmuş olmalıydı.

"Seninle gelmem gerekiyor mu?" diyen Elif'e gülümsedim. Andrew'i görme ihtimalime karşı sürekli yanımda olmasını kesin bir şekilde dile getirmiştim. "Gerek yok." dedim elimi umursamazca sallarken. Koskoca gün görmedim, şimdi görecek değilim ya!

Havuzdan otelin içine giden kapıyı geçip uzun koridorlarda yürüdüm. Burada odalar vardı çoğunlukla. Kısaca otelin içini anlatan, duvara astıkları krokiye baktım, zekilik başa bela. 

Spa, internet cafe, market, spor salonu... Bir üst kata bakmakta yarar vardı bir şeyler keşfedebilirdim. Asansöre doğru yürüdüm, aman Allah'ım?Asansörün karşısında koskoca duvarda boydan boya bir ayna mı? Asansörü es geçerek aynanın önüne geldim, arka cebime sıkıştırdığım telefonumu çıkararak kamerayı açtım. Kesinlikle aynalarda fotoğraf çekilmek vazgeçilmezdi benim için, ayna da güzel olunca tabi aynadan aynaya fark vardı yahu. Bu yaptığım hareketle ergenliğin zirvesine vurduğumu düşünenler olabilirdi, umurumda mı? Hayır. Bir kaç fotoğraf çekilerek telefonumu tekrar aldığım yere sıkıştırdım, ilk fırsatta sosyal medyaya eklemek üzere. Adımlarımı yeniden asansöre çevirdim.

Asansörün önüne geldiğimde bana şaşkınlıkla bakan esmer kadına gülümsedim. Türk müydü acaba? Türk olsaydı bu yaptığım hareketi yadırgayacağını sanmıyorum. Burada da kim Türk, kim değil anlayamıyorum ki!

Kadında gülümseyince şansımı deneyerek "Do you speak Turkish?" diye sordum. Olumsuz anlamda kafasını sallarken yüzünü buruşturdu. Bu haline kıkırdadım. Bu yabancılarda Türklerden daha tatlı oluyorlar vallahi. Asansör gelince önden o, arkasından da ben bindim. Dilimiz engel diye anlaşamayacak değiliz.

-1'e basarak kadına döndüm. Asansörün tuşlarını göstererek "Nereye gidiyorsunuz?" diye sordum, bunu Türkçe sordum, evet. Zeki olduğumdan bahsetmiştim değil mi?

"Looby." deyince gülümsedim ve 'L' yazan tuşa da bastım. Aslında İngilizce de konuşabilirdim bunları ama bunun için epey düşünmem gerekiyordu ve ben kendimi yormak istediğim bir günde değildim ne yazık ki.

"Anlaşabiliyoruz ama, baksanıza." dedim heyecanla ve samimi bir gülümseme yerleştirdim yüzüme. Beni anladı mı anlamadı mı bilmiyorum ama o da gülümsedi, muhtemelen anlamamıştı. 

Asansör durunca ilk olarak ineceğimi bildiğimden asansörden indim, kadına el salladığımda gülümsedi ve kapılar kapandı. Elif'i bulduğumda bu kadınla sohbet etmeyi aklıma not ettim.

Önce karşıma bir dükkan çıktı, mağaza gibi bir havası vardı. Pahalı olduğunu bildiğim halde amcaya gülümsedim ve gözüme çarpan harika(!) Channel çantayı elime aldım.

"Amca ne kadar bu?" dediğimde elindeki gazeteyi kenara bırakarak gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Adamın gözlerinin parladığına yenim edebilirim. Biraz daha baksaydı gözlerinde para sembolü de görebilirdim.

Eylül AkşamıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin