Multimedia o "çok özel" kolye. Ne işe yaradığını daha sonra göreceğiz sanırım. Neyse bu defa fazla uzatmıyorum ve yeni bölümle sizi baş başa bırakıyorum :)
8.Bölüm
Sabah uyandığımda güneş daha yeni doğuyordu. Yavaşça yatağımdan kalktım ve pencereyi açtım. Açar açmaz sabahın serinliği içeri dolmuştu. Ürpererek hırkamın kollarını parmak uçlarıma kadar çektim ve kollarımı birleştirdim. Güneşin gökyüzünde yükselmesini izlemek huzur vericiydi.
İyice yükselene kadar orada durup güneşi izledim ve sonra kendime gelmek için duş almaya karar verdim. Ilık suya kendimi bıraktığımda çok daha gevşemiş hissediyordum.
Banyodan çıktığımda üzerime elime gelen ilk şeyleri, yani eşofmanımı ve tişörtümü geçirdim. Saçımı kurutmadan sadece havlu sardım. O sırada yastığımın altından gözüken telefonum dikkatimi çekti. Ve dün olan her şey bir anda gözümün önünde belirdi.
Başta rüya olduğunu düşündüm ama hiç de rüya gibi değildi.Her şey çok net ve ayrıntılıydı. Aklımdaki soru işaretlerine bir cevap bulmak için telefonumu elime aldım ve rehberi karıştırmaya başladım. Dün ihtiyacım olabileceğini düşünmüş ve arabadan inmeden önce telefonumu alıp numarasını yazmıştı. Ve haklıydı da. Her şeyin gerçek olduğuna inanmam için bir sebep gerekiyordu.
Rehberde “K” harfine gelince bütün isimleri teker teker incelemeye başladım. Adının orada olduğunu görünce rahat bir nefes aldım. Demek rüya değildi. Hepsi gerçekten yaşanmıştı. Anthony ve Blair’ı görmem, uçurum, Kevin, parti, alışveriş… Ani bir hareketle kafamı dolabın olduğu yöne çevirdim ve aldığımız elbiseyi görünce elimde olmadan gülümsedim. Bugün katılmam gereken bir parti vardı ve hazırlanmam gerekiyordu. Yarı yarıya kurumuş saçımdaki havluyu çıkardım. Saçımı taradım ve biraz oyalandım. Saate baktım. Annem uyanmış olmalıydı. Sessiz adımlarla merdivenlerden inmeye başladım. Mutfaktan gelen kokular haklı olduğumu kanıtlıyordu. Dün akşam da yemek yemeden yattığım için fazlasıyla acıkmıştım. Son birkaç basamağı zıplayarak aşağı indim ve mutfağa yöneldim. Masanın üzerindeki çeşitliliği görünce ağzımın suyu akmıştı. Neşeyle annemin yanağına bir öpücük kondurdum ve masadaki yerimi aldım. Annem de gülümsedi ama kaşları çatıktı. Tabii, beni böyle mutlu görmeye alışık değildi, özellikle doğum günlerimde. Zavallı kadın şaşırmıştı. Bir açıklama yapmam gerekiyordu.
“Bugün arkadaşlarım benim için bir parti düzenliyor. Biraz eğlenmemi istemişler.” Dedim Kevin’ı taklit ederek. Annemin yüzündeki gülümseme daha da büyüdü. Diğer annelerin aksine o her zaman genç olduğumu, arkadaşlarımla olmamı, eğlenmemi, evde tıkılıp kalmamamı söylerdi. Zaten bu yüzden izin olayını pek de dert etmemiştim.
Bir süre annemle bu konu hakkında konuştuktan sonra hazırlanmam için beni yukarı gönderdi. Yukarı çıktığımda telefonuma bir mesaj gelmiş olduğunu fark ettim. Kevin’dandı.
“Günaydın prenses, bugün büyük gün. Hazırlanmaya başlasan iyi olur. Seni saat üç gibi alırım.”
Mesajı iki kere okudum. Kevin’ın gelmesine altı saat falan vardı. Bu zaman bana fazlasıyla yeterdi. Ben de oturup biraz kitap okumaya karar verdim. Haftalardır bitiremediğim kitabı, Zor Zamanlar’ı, okumaya başladım.
Gözlerimi açtığımda boynumda şiddetli bir ağrı vardı. Kitap elimden kayıp yere düşmüştü. Yavaşça doğrulmaya çalıştım. Yanımda duran telefonumu aldım ve saate baktım. Saat…
14:30 mu?
Ne yapacağımı bilmeden odanın bir ucundan öbür ucuna doğru yürümeye başladım. Sonunda elbisemi aldım ve üzerime geçirdim. Ama o kadar paniklemiştim ki fermuarını kapatmam bile 5 dakikamı aldı. Elbiseyle işim biter bitmez saçlarımla uğraşmak için aynanın karşısına geçtim. Fazla uğraşmayı düşünmüyordum aslında. Normalde de dalgalı olan saçlarımın dalgasını maşayla düzelttim ve önlerden biraz alıp arkada birleştirdim. Makyajımı da yaptıktan sonra ayakkabılarımı giymek için uğraşırken kapının çaldığını duydum. Ah olamaz, Kevin gelmiş olmalıydı. Tek ayağımın üstünde zıplayıp diğerine de ayakkabımı giymeye çalışırken odamı biraz olsun toplayabilmiştim. Odamın kapısını açtığımda annem Kevin’ın geldiğini haber vermek için seslendi. Çabucak aşağıya indim.
Merdivenin sonunda Kevin’ı görünce orada dikilip dakikalarca onu izleme isteğimi zar zor bastırdım. Koyu, siyaha yakın renkte bir pantolon, beyaz incecik yakası hafif açık bir kazak ve lacivert bir ceket giymişti. Boynunda gri tonlarında bir atkı vardı. Ceketinin kolları kıvrılmıştı. Uzun, sarı saçları dün hatırladığımdan çok daha parlaktı. Parfümünün kokusunu ise olduğum yerden bile alabiliyordum.
Daha fazla ona bakmaya devam edersem tuhaf görüneceğini düşündüğümden kafamı anneme çevirdim. O da Kevin’dan etkilenmiş olmalıydı. Hala Kevin’la konuşuyorlardı Geldiğimi bile fark etmemişlerdi.
Sessizce boğazımı temizledim ve ikisinin de kafası bana doğru döndü. Kevin’ın beni ilk gördüğünde kısa bir an şaşkınlıktan gözlerinin büyüdüğünü gördüm. Ama sonra hemen toparladı ve çapkınca gülümsedi. Annem ise gururla karışık bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
İkisine de şirince gülümseyerek aşağı indim. Son basamakta Kevin geldi ve elimi tutarak son adımımı atmama yardımcı oldu. O sırada annem unuttuğu bir şeyi hatırlamış olacak ki:
“Ahh, Tanrım, burada bekleyin. Hemen geleceğim.” Dedi ve telaşla odadan çıktı. Kevin da annem çıkar çıkmaz elimde olan eliyle beni kendi etrafımda döndürdü.
“Vay canına! Daha güzel olabileceğini düşünememiştim. Ama şu an beni büyüledin.” Dedi. Ufak bir kahkaha attım ve omzuna hafifçe vurdum.
“Beni utandırıyorsun!”
“Fazlasıyla hak ediyorsun.
Annemin içeri girmesiyle atışmamıza son verdik. Elinde bir fotoğraf makinesi ve bir hediye paketi vardı. Yanımıza geldi. Büyük bir ciddiyetle bizi yan yana getirdi ve poz vermemizi istedi. Onun bu hali beni gülümsetmişti.
Fotoğraf çekildikten sonra Kevin arabada bekleyeceğini söyleyerek yanımızdan ayrılda ve annemle baş başa kaldık. Bir süre sessizlikten sonra ilk konuşan o oldu
“Beraber geçirmeyeceğimiz ilk doğum günün.”
“Evet, sanırım bu duygusal bir an. Ağlamayacağız değil mi?”
“Ah, hayır. Makyajının akmasına sebep olmak istemiyorum.” Dedi. İkimiz de güldük.
“Pekala, tamam. Fazla uzatmayacağım. Doğum günün kutlu olsun bebeğim. Nice yıllara.” Dedi ve elindeki paketi uzattı.
Önce bir süre kutuya baktım. Sonra yavaşça kurdeleyi çözdüm ve kapağı kaldırdım. Açar açmaz kutudan çıkmayı bekleyen birçok renk dışarı süzüldü sanki. Gözlerimi kamaştıran parlaklığa alıştıktan sonra hediyeyi inceledim. Yuvarlak, saydam bir küre ve etrafında iki çapraz halka vardı. Elime aldım ve çevirdim. Halkalar ters yönde kürenin etrafında dönerken yukardan gelen ışık küreye çarptı ve etrafa bir sürü başka renk saçıldı.
Anneme döndüm ve
“Bu muhteşem bir şey. Seni seviyorum.” Dedim ve sıkıca sarıldım ona. O da bana sarıldı ve hafif buğulu bir sesle
“Bir gün bana bir şey olursa, herhangi bir şey yüzünden yanında olamazsam bu kolye sana beni hatırlatacak. Beni hissedeceksin. Sakın çıkarma bunu, tamam mı?” dedi.
“Bir şey olursa mı? Anne ne demek istiy..” diyordum ki sözümü kesti.
“Soru sorma, bir daha da bu konuyu açma. Sadece söz ver.” Dedi nadir kullandığı ciddi tonda.
“Tamam, söz veriyorum. Uyurken bile çıkarmayacağım.” Dedim. Gülümsedi ve yanağıma bir öpücük kondurdu. Ben de kolyeyi boynuma geçirdim.
“Haydi bakalım, dışarıdaki sarışını daha fazla bekletme. Ve bu akşam sana bir hediye daha, saat 10 sınırını bir gecelik kaldırıyorum.” Dedi gülerek. Ben de güldüm ve kapıdan ona öpücük atıp arabaya doğru koştum.
Kevin arabaya yaslanmış beni bekliyordu. Önce gülümsedi sonra gözü kolyeye takıldı. Kapımı açarken
“Güzel kolye prenses.” Dedi. Gülümseyerek
“Doğum günü hediyem.” Dedim. Tekrar kolyeye baktı ve kapıyı kapattı. Yerine geçer geçmez arabayı çalıştırdı Böylece yola koyulduk…