Sen konuşuyorsun ve ben susuyorum sevgilim. Öldüğümü görüyorsun ama gülüyorsun.
-
Eski evimiz. Orayı özlüyordum bazen. Babamla ben küçükken güzel oyunlar oynardık. Biz gülerken annem somurturdu hep. Babam işten gelince, yemek yaparken, evi temizlerken, saçımı tararken somurturdu. Annem hep somurturdu. Babamsa gülerdi. Ev eve benzerdi babam gelince.
Sonra o öldü ve ev eve benzemedi hiç. Annem Meriç'in babasından aldığı paralarla da yeni bir ev aldı sonra. Bana bir oda hazırlayıp gözümü boyadığını sandı. Ama ben aptal değildim. Annem babamı hiç sevmemişti. Beni de sevmemişti. Artık daha net görebiliyordum. Babam ona her güldüğünde annem başını çevirirdi. Babam iyi birşey yapsa bile onu tersleyip onurunu kırar, bir şekilde ortamı huzursuz kılardı.
Herşeyi anlayabiliyordum artık. Ama tek bir soru işareti vardı kafamda; annem neden böyleydi? Böyle davranması için ne yapmıştık biz ona? Ve neden beni, öz kızını bir kerecik sevmeyi başaramamıştı? Birden çok soru işareti oldu galiba.
Elimdeki elbiseyi bir kenara fırlatarak hayvan gibi şi yapıyonuz diye söylendim evin içinde deli gibi. Sikerim yapacağınız işi diye ekledim sonra aklımdan. Üstümde iç çamaşırları bir o yana bir bu yana evi fethediyordum. Evi fellik fellik gezmek şu an beni anlatan en iyi kelimeler olmalıydı. Çünkü tam olarak öyle yapıyordum. Evi fellik fellik geziyordum. Ama yoktu işte. En sevdiğim kırmızı kalp yaka elbisem yoktu.
Oflayarak yatağa uzandım. Ezgiyle buluşup konuşacaktık güya. Nedense evde konuşamıyorduk. Ve ben hazırlanmak zorundaydım ama giyeceğim elbise yokla bok olmuştu sanki. Sinirle dolaptan mavi bir kot çıkarıp üstüne kareli kırmızı oduncu gömleğimi giydim. Sonra da zaten geciktiğim buluşmaya alel acele yetişmeye çalışarak evden çıktım.
Süslenmenin lüzumu yoktu. Ne gerek vardı elbiseye, böyle de iyiydi. Gerçi makyaj felan yapmamış saçımı dağınık bir topuz yaparak çıkmıştım evden. Yani acayip bakımsız görünüyordum ama kimin umrunda.
Yaşadıklarım yeterince yormuştu zaten bedenimi. Bir de zavalliligimi makyaj kullanarak kapatmak istemiyordum. Gerçi bu zavallı suratı makyaj malzemeleri bile kurtaramazdı ya neyse. Kısa bir yürüyüşün ardından Ezgi'yle buluşacağımız kafeye gelmiştim.
Cam kenarı bir masa seçerek oturdum ve Ezgi'nin çok gecikmemesini umarak beklemeye başladım. Aklıma Meriç geldi yine. Bana biraz bile güvenmemesi, bana sormadan herşeye inanması, beni sevmemesi. Sanırım en çokta bu koyuyordu insana. Birisinin onu önce sevdiğine, sevebileceğine inandırıp hemen ardından bir tekme vurması. Bu en kötüsüydü. Ya da belki de en kötüsü Berk'in yaptığıydı. Hakkımda iğrenç şeyler anlatması, ihaneti. Terazi eşit duruyordu. Her ikisi de boktandı. Ve her ikisi de bitmişti benim için. Bitmeliydi. Ne Berk değerliydi gözümde ne de Meriç. İkisi de şerefsiz pisliğin önde gidenleriydi.
Dün Meriç önce Berk'i bir güzel dövmüş hemen ardından koluma taktığı soğuk kelepçeyi hiçbir anlamı olmayan özürler eşliğinde çıkarmıştı. Sürekli elimi tutmuş bana sarılmış ve özür dilemişti. Cevap bile vermemiştim ve doğrusu umrumda da olmamıştı. Bana davranışları aptal birkaç cümleyle anında değişebiliyordu, sorup sorgulamadan yargı infaz yapıyordu hemen. Benimde sınırlarım vardı. Ve bıkmıştım Meriç'le aramızda dönen bu ilişkiden. Berk'i de sevmiyordum zaten, sadece hoşlantıdan ibaretti. O da bitmişti.
Kafede çalışan garsonlardan biri yanıma gelerek sipariş almak istedi. Biraz kaslı ve uzunca boylu sarışın garson bu kafede çalışmak için fazla yakışıklı görünüyordu.
Elimle topuzdan çıkan saçlarımı kulağımın arkasına koydum. "Şimdilik su alayım, arkadaşım gelecek. O gelince veririz siparişi." diyerek gülümsedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SERSERİ 2
Teen FictionBu kitap Seseri kitabının devamı olarak yazılmıştır. Kitaba başlamadan önce ilk kitabı okumanızı tavsiye ederim. ****** Her ne kadar Meriç Bartu Taşer kalbimde derin izler bırakarak gitse de geri dönüşü daha beter olmuştu. Bu sefer onu sevsem bile...