Soğuk kelimelerin çınlayan sesleri bedenimde uğuldarken, göğüs kafesine çarpan kalbinin dokunuşları parmak uçlarımda can buluyordu.
Ruhumda filizlenen ağacın dalları büyük bir hüsran ve gök gürültüsüne benzeyen çatırdamayla yerle bir oldu.
Ciğerlerim onun tatlı acıya benzeyen kokusunu kendine hapsettikçe, uzun parmakları kaburgalarımın arasından sızarak benliğime dokunmaya çalıştı.
Çalıştı, ama başaramadı. Parmak ucundan yayılan sıcaklık kalbime gömüldü. Sırf o dokunsun diye kaburgalarımı söküp atmak istediğimi fark ettim ve bu düşünce beni siyah bir mürekkebe batırarak karışık harflerin üzerine damlattı. Dehşete düşen cümleler yer değiştirerek bana sarıldı.
Gri kelimelerin destan yazdığı sarı mühürler harelerinin çevresini kaplamıştı. Yutkunamadım.
"Bilmiyorsun." dedi, acıyla inleyerek. "Lanet olsun, bilmiyorsun."
"Bilmiyor..." dedi duvarın üstünde oturup saçlarını örmeye çalışan Mısra,"Hadi, öğret ona Pusat."
Titreyerek geri çekilmeye çalıştım, izin vermedi. Belimin çevresi alev almıştı. Bir damla suya muhtaçtı. Yalvarıyordu bana, ama yardım edemiyordum ona. Onun efendisi ben değildim.. Elimde değildi.
Neyi bilmiyordum? Gözlerine neden bakamıyordum? Terli alnını alnıma yasladı. Portakal rengindeki dudaklarından firar edip dudaklarımı kavuran nefesi yüzümde dolaşmaya başladı. Çakır kırığı gözlerini bir an olsun mavi gözlerimden ayırmadı. Yanmaya başlayan mavilerimi kaldırıp gözlerine diktim.
Gölgelerden kaçan bir güneş gördüm sarı kıvılcımında, ölüm bu kadar güzel değildi. Peki neden her kıvılcımı bir mezardı bu çocuğun?
Yazılı metin gibiydi sisleri. Yavaş ama istikrarlıydı. Bir şey anlatıyordu ama çözemiyordum. Dilini bilmiyordum. Bir şey diyemedim. Sadece sustum. Dudaklarıma batan büyük iğneler vardı gözlerinde, siyah ipliğiyle birlikte... Görüyordu içimi. Ne kadar acıttığını. Neden izin vermiştim görmesine? Kirpiklerimin ucunda Mısra'yı gördüm. Elinde gümüşten maskem. Maskenin gözüne geçirdi parmağını ve tıpkı küçük bir çocuk gibi kahkaha atarak döndürmeye başladı. Maske hızını alamayıp yere çakıldı. İçimde kopan çığlığı duymamaya çalıştım. Paramparça olan maske eriyerek yok oldu.
"Tatlı matlı ama,"dedi, nefes nefese."Dilde pabuç gibi."
Esaretin dili damağı kurumuştu. Kelimelerin arasında kaybolan küçük kız çocuğu uçuruma yaklaştıkça, kalbimden gelen ürkütücü seslere engel olamıyordum.
"Sen..." dedim şaşkınlıkla. Soğuk su damlacıkları çıplak ruhumda dolanmaya başladı.
"Ben," dedi, hırıltıyla."evet ben." elini saçlarıma götürüp yavaşça okşadı ve kayarak yanaklarımda durdu. Gözlerimi yumdum. Nefesim kesiliyordu. Baş parmağıyla dudaklarımda daireler çizmeye başladı. Kafamın içinde dolaşan kara bulutlar isyan etti. Dudaklarımı aralayarak içeriye hava doldurdum. Dişlerimin arasına aldığım et parçasını tüm çene gücümle ısırdım. Bir inilti koptu ardından bir küfür ve niceleri. Belimdeki ellerden kurtulduğumu anlayınca hızla merdivenlere yöneldim. Bunu beklemiyordum. Isırmayı beklemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ürkek Çocuk (Ölü Bir Ruhun Vaveylası)
Teen Fiction© Tüm hakları saklıdır! © -Genç Kurgu- Soğuk kelimelerin çınlayan sesleri bedenimde uğuldarken, göğüs kafesine çarpan kalbinin dokunuşları parmak uçlarımda can buluyordu. Ruhumda filizlenen ağacın dalları büyük bir hüsran ve gök gürültüsüne benzeyen...