AKKARTAL Bölüm 3

39 7 10
                                    


Belki de en beklemediği andı. Arkasından itilerek çadıra girdi. Beklediği belki de kurukafalar, yılanlar, garip işaretler ya da bir ocakta kaynayan kazanın içinden üzerine atlayacak siğilli bir karakurbağasıydı. Oysaki bomboş bir çadırın içinde toprak zemine bağdaş kurmuş, üzerinde düşlediği ayı postu yerine incecik pamuk dokuması tiril tiril bir yelek giymiş, yüzünde köselikle birlikte yer yer uzun tüylerin sakala benzettiği, görünüş olarak ne telaşlı, ne sakin, ne düşünceli ne de ayık bir ihtiyar vardı. "Akkartal" dedi tanıştırdı Reyl, oysa ki Afak ihtiyarın adını biliyordu. Afak eline tükürüp yere, toprağa sürdü ve sonra yüreğinin üzerine sürdüp ihtiyara uzattı toprağa sürdüğü elini.

"Ben Afak" dedi. "Safsata" dedi kâhin yüzüne bakıp. Şaşırdı Afak. "Safsata o yaptığın şey. Ben üzerindeki giysideki toprağa bakarak sana geleceğini söyleyecek olsaydım, şu ayağına giydiğin keçi derisi çarığın çamuru mutlaka o kadar çok şey anlatırdı ki, baş ağrısından ölürdüm. Sen sadece otur karşıma ve böyle saçma şeyler yapma." Reyl hiç bir şey söylemeden kaçarcasına çıktı çadırdan. Afak emindi ki şimdi kimse içeri girmesin diye bu ıssızlığın ortasındaki çadırın girişinde dikiliyordu Reyl. Çadırın girişindeki deliği keçe örtü ile o kadar sıkı kapatmıştı ki ne güneş ne de hava giriyordu. Akkartal sakin bir şekilde yere oturdu ve başını Afak'a çevirmedi bir daha. Afak'ın çadırın içine meraklı gözlerle bakmaya devam etti ama ilgisini çeken bir şey olmadı.

Kapının önünde bir davul vurulmaya başladı. Tek tek, ritimsiz bir şekilde vuruluyordu. Büyük bir davul, kalın bir tokmak olmalıydı. Tek tek ritimsizlik eşit zaman aralıklarına dönüştü. İçi boşalmış bir çınar ağacından gövde yapılmıştı davula. O kadar genişti ki davul bin yıllık olmalıydı çınar. İçi boş çınarın her iki tarafına da davul olsun diye kalın sığır derileri gerdirilmişti. Deriler o kadar büyüktü ki gökyüzündeki tanrıların sığırlarının olmalıydı bunlar. Ve deriler öyle gerdirilmişti ki sanırdın ki bir yanından baksan diğer yönü görecen. Kalın tokmak hızlanan zaman aralıklarıyla vurmaya devam etti. Tokmak davulun derisini yırtmasın, incitmesin diye davula denk geldiği yere meşin sarmışlardı. Giden gelen tokmak Acun'u inletiyordu. Davulcu hırsla vuruluyordu, öfkeyle vuruluyordu, acıyla vuruluyordu... Öyle bir vuruluyordu ki; vuran kişi kızlığından, erkekliğinden, çocukluğundan, insanlığından bi haberdi. Öyle bir vuruluyordu ki vuran, dertlerle yoğrulmuş dünyanın en dertli, en dertsiz kişisiydi. Öyle bir vuruluyordu ki tokmağı; vuran kişi hasta, vuran kişi ölmüş, vuran kişi yeniden doğmuştu. Öyle bir gümbürdüyordu ki davul sanki art arda bin kere değil de bir kere vuruluyordu. Sanki tanrıların sığırı kafasını gökyüzüne uzatıp 'neredesiniz ey tanrılar' diyordu ve az sonra bir tanrı Acun'a inip elini toprağa vuracak, yer yarılacak da bir daha hiç bir şey kavuşamayacaktı.

Afak çadırın içinde gümbürtüsünü duyduğu davulla ha coşuyor, ha karamsarlığa kapılıyor, ha korkuyor, ha mutlu oluyor, ha ağlıyordu. Belki de ölen kadınını, ölen çocuğunu ilk kez bu kadar derin düşündü. Kendini, kendi benliğini düşünüyordu. Davul vurdukça benlik mi kalır. Afak çaresizliğini, kimsesizliğini düşünüyordu. Yüreği ufalıyor, benliğinde kayboluyor, sonra yüreği büyüyor içine sığmaz oluyor, gözünü açamıyordu.

Davula vuran öle bir vuruyordu ki ses sadece gökyüzüne, yeryüzüne değil; ses yerin dibine gidiyordu. Ses taa magmaya kadar gidiyordu. Afak'ın yüreği deprem deprem çarpıyordu, davul davul çarpıyordu, karanlık çadırda gece gece çarpıyordu.

Akkartal'ın elinde bir tutam toz, oturduğu yerden çadırın her bir köşesine doğru tutam tutam fırlattı attı. İncecik toz savrulduğu yerde milyonlarca parçaya bölündü ve sonra tekrar havalandı. Akkartal işini bitirdiğinde çadırın içi beyaz bir pudra ile kaplanmıştı. Hıçkırıklarla ağlayan Afak yavaşça tozun içinde kayboldu. Dizleri ile bağdaş kurup oturmaya çalıştı, kıçı yere gelmedi, havada bir yerde bağdaş kurur vaziyette öylece kaldı. Davulu dinledi, davul hiç durmadan çaldı. Afak beyaz tozun içinde etrafına bakmaya çalıştı. Gözleri tozun içinde aralandı ve şimdi bembeyaz bir ovanın ortasındaydı. Davulun sesini bastıran daha tempolu bir ses duydu. Etrafında bir at sürüsü dönüyordu. Simsiyah, katran karası atlar. Sanki içinde bulunduğu ak ovanın bütün soylu atları etrafında dönüyordu. Davulun sesinden daha yakın, davulun sesinden daha gürültülü, davulun sesinden daha çoktu atlar. Kapkaralardı. Hepsi kocaman, her biri koca beyaz ovadan daha kocaman. Ovada kötü kara bir leke gibiydi atlar. Afak ayağa kalktı, atlar uzaklaştı, davulun sesi çok uzak bir yere gitti. Afak o bembeyaz ovanın ortasında Akkartal'ı gördü. Yaşlı şaman "Neden yas tutmadın?" dedi. Afak sadece baktı. Şaman "Neden intikam almadın" dedi. Afak şamanın ovada yankılanan sesini dinledi, yutkundu, cevap veremedi. Neden yas tutmamış, neden intikam almamıştı? Afak önce bir çevgenin çan sesini duydu. Sonra ağlakların ulur gibi ağlamalarını. Çevgen çaldı, çaldı çaldı... Çevgen de davulun ritmi gibi bir ritim tutturdu ama çok geçmeden çevgenin çanları dörtnala gelip ortalıkta tozu dumana katan at sürüsüne döndü. Az önceki gibi sahipsiz, başıboş bir sürü değil. Her bir atın üzerinde kollar bileğinden dirseğine kadar ve bacaklarının dizden aşağısı kara kıllı derilerle kaplanmış, elleri demir ve kemik karışımı kılıçlı, sırtlarında yayı, oku mızrağı olan maskeli adamlar vardı etrafında. Uzun, tek örgü saçları arkalarında bellerine kadar uzanıyordu. Yüzlerindeki maskelerle gündüz vakti bile gecenin içindeki hortlaklara benziyorlardı. Beyaz, lanetli bir beyaz maske, sanki hasta kadar, ölmüş kadar beyaz bir maske. Sanki ölmüş te ölememiş kadar lanet bir maske. Gözleri oyulmuş ama ağızı olmayan bir maske. Atlar dörtnala sürücüleri ile koşmaya devam etti, işte o ara bir atlı durdu tam karşısında. Kara atın da yüzünde katrandan kara bir maske varmış meğer. Sürücüsü ne kadar ak ise o kadar kara. Afak karşısında duran süreğe baktı, nefesini tuttu, koştu. Bin yıldır tundra böyle koşucu görmemiş gibi koştu. Bozkırın atbizonları tükenmiş de bir daha koşamaz olmuşlar gibi koştu. Atladı eli kılıçlı süreğin üzerine. Öyle bir atladı ki; yabanın bütün kedi hayvanları gelse de böyle atlayamaz. Kar altında acıkmış kurt bile böyle atlayamaz. Kendi kanından kaçan ceylan bile böyle atlayamaz. Bir sıçrayışta atın boyunu geçti, süreğin savurduğu kılıçtan kaçtı ve süreğin maskesini yüzünden alıp yere düştü. Maske ki ne maske. Taştan bile soğuk maske. Demirden bile ağır maske. Afak bir maskeye baktı bir de süreğin yüzüne. Süreğin yüzüne bir daha da bakamadı. Maskeyi çıkarttığı surat surat değildi ki. Katrandan kara bir boşluk vardı maskenin yerinde. Afak'ın yüreğini acıtan boşluktan, yüreğini kanatan boşluktan bile boş. Geceden bile boş. En kara geceden boş. Şimdi Acun'un tüm güneşi gelse de toplasa gündüzünü, bu süreğin yüzüne değseler yine de aydınlanamayacak kadar boş, kara bir yüz. Bir kin düştü içine Afak'ın. Bir ağulandı yüreği. Kadınını düşündü. Nice sevdiği ilk zamanı düşündü. Elini tuttuğu, içine düştüğü, bir oğul verdiği ilk zamanı. Ne çok sevmişti. Şimdi yoktu işte o sevgi. Bu suratsız gelip kılıcını sürüp boydan boya almıştı sevgisini. Afak kin doldu süreğe. Sürek atını şaha kaldırdı. Acun'un bütün atları gelse bu kadar soylu duramazdı. Sürek Afak'a doğru baktı. Bir yüzü olsaydı, gözleri olsaydı, gözleri birer kor olsaydı, gözleri birer ok olsaydı... Afak kendine bakanı görebilseydi, şimdiye kadar ölür müydü?

Koskoca Afak'ın ağlayası tuttu. Bir karınca kadar hissetti kendini. Çaresizliğini gördü süreğin yüzünde. Şimdi onun da kara yağız bir atı olaydı, şimdi onun da sivri kemikleri diş diş çıkmış bir kılıcı olaydı, şimdi onun da karşısındakini korkutacak bir suratı olaydı.

Atlar döndü geldikleri yöne gitti. Çevgenin sesi duyulmaz oldu. Şimdi dipden dipten temposuz çalan bir davul da susmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş sadece hıçkırıklar duyulur oldu. Yerde yan yatmış Afak'ın, dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerine koymuş Afak'ın hıçkırıkları. Beyaz bir maskeye sarılmış, her yanı kan olmuş Afak'ın hıçkırıklarından başka bir şey yankılanmaz oldu etrafta. Akkartal kalktı, çok sert bir tekme attı yerde uzanan Afak'a. Ama adamın içinin acısını bastırmadı bu tekme. Akkartal eline kısa bir bıçak aldı çadırın dışına çıktı. Gözleri meşinle bağlı atbizonu ne davul sesinden ne de yaşananlardan ürkmemişti. Yaşlı adam okşadı hayvanı, sevdi, öptü. Sonra yavaşça bıçağını boğazının altından geçen damara sapladı. Yer gök kızıla çaldı. Hayvanın kanı baharda akan dereler gibi çağıl çağıl akıyordu. Yaşlı adam hayvanın kafasını tuttu, sevmeye devam etti. Koca gövde çok geçmeden düştü ama atbizonu Akkartal'ın sevdiği kafasını dik tutmaya çalıştı. Son nefesini verene kadar kafası düşmesin diye uğraştı. Akkartal sevgiyle koydu atbizonunun koca kafasını yere. Rüzgârın yönüne baktı, birkaç tane uzun sırığı çadırın rüzgâr gelen yönünde yere sapladı. Yerde yatan atbizonuna artık lazım olmayan kürkünü yüzdü, çadırın rüzgârlı yönünde diktiği sırıklara gerdirdi. Reyl uzak bir yerden geri döndü. Hıçkırıklar arasında uyuyup kalmış arkadaşını çadırdan çıkarttı. Uzak bir yerden elinde davul tokmağı ile Yaşlı bir cüce döndü. Cüce atbizonunun çiğ etini kopara kopara, didikleye didikleye, ısıra ısıra yemeye başladı. Uzaktan bir çevgenin çan sesi duyuluyordu. Hiç yaklaşmadan ilerledi.

İşte bu andan sonra Afak yasını ve intikamını düşünmeye başladı...

 





KaayaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin