Babamın başını hafifçe sağa eğip 'Git' dercesine kafa salladığını görünce biraz ürkek bile olsa birkaç adım atıp misafir kadının karşısına dikildim. Ne yapmam gerektiğini yine bilmiyordum. Konuşmaya hatta yüzüne bakmaya bile çekindiğim için başımı eğdim, bir emri yerine getirmek istercesine beklemeye başladım. Biraz önceki o sevgi dolu bakışların kaybolmuş olabileceğini düşünürken misafir kadın, yumuşak ve sevecen bir ses tonuyla:
"Kızım bak benim adım Miyase; ama sen bana anne diyeceksin. Bundan sonra ben senin annen, bu Kazım Ağa'da babandır. Bunu unutmayasın. Biz karşı köyden seni almak için geldik. "
Miyasa Hanım, kocasını 'Ağa' diye tanıtmıştı; ama bu kocasının zenginliğini ifade etmek için kullandığı bir tabir değildi. Sadece kocasına olan saygısından, hürmetindendi. Zaten zengin de değillerdi, o yöredeki her köylü gibi sadece otuz kırk koyunu ve yirmi otuz dönüm de tarlası olan orta halli bir aileydiler.
Miyasa Hanım, beni yanına oturttu ve ellerimi avucunun içine alıp sıkı sıkı tutmaya başladı. Dudaklarını kıpırdatırken çıkardığı fısıltılardan dua okuduğunu ve şükürler ettiğini duyabiliyordum. Ellerinin sıcaklığı ve sevgi dolu yumuşak dokunuşları bana güven vermeye başlamıştı. Çocukça bir sevinçle: "Korkmuyorum artık yeni başlayacağım hayattan, gönül rahatlığı ile gidebilirim bu evden" diye bağırmak isterken aklımda ' Kimdi acaba evleneceğim kişi?' sorusu da vardı. Miyase Hanım, oturduğu divanın yanına koyduğu siyah, büyük bir poşete uzandı. Poşetin içine gülümseyerek bir süre bakıp yine o yumuşak ses tonuyla:
"Hadi kızım, al şu poşeti güzelce giyin, süslen de çıkalım. Köydekiler ve özellikle de Abdullah bizi bekler. Bu arada annenler söylemiştir; ama ben tekrar edeyim. Oğlum Abdullah ile evleniyorsun, dedi kibirli bir gülümseyişle poşeti kucağıma koydu.
Poşeti alıp odadan hızla çıkarken Abdullah'ı düşünmeye başladım. Demek ki evleneceğim kişinin adı Abdullah. İçimden birkaç defa bu ismi tekrarlarken yüzümdeki tebessüme engel olamadım. Çok sevdiğim ilkokul öğretmenimin ismi de Abdullah'tı. "Güzel bir ismi varmış!" dedim kendi kendime. Öylesine mutlu oldum ki evleneceğim kişiyi de hayal edebiliyordum şimdi. Esmer, uzun boylu, hafifçe göbeği olan her şeyden önemlisi de tatlı dilli, güler yüzlü biridir Abdullah; çünkü öğretmenimle aynı ismi taşıyan biri kötü olamaz. İçim kıpır kıpır olmuştu, kalp atışlarımı yeniden duyabiliyor, dudaklarımdaki tebessüme engel olamıyordum. Misafirlerin olduğu odadan çıkıp hemen yan odaya girdim; elimdeki poşeti yere bırakıp kapıyı hızla kapattım. Sırtımı kapıya yaslayıp gülümseyerek bir süre öylece beklerken karşı duvardaki ayna gözüme ilişti. Koşar adımlarla gidip aynada yüzümdeki tebessümü uzun uzun seyrettikten sonra yere bıraktığım poşeti hızla açtım.
"Aman Allah'ım bu bir gelinlik!" diye sessiz de olsa attığım çığlık beni bir anda korkuttu. Neyse ki odada yalnızdım ve sesimi, şaşkınlığımla karışık mutluluğumu duyan da gören de olmamıştı. Yeni elbiseler bulacağımı düşünürken gelinlik çıkmıştı poşetten. Gelinliği hızla çıkarıp kolumun üzerine sererek şöyle bir baktım. Daha birkaç saat önce arkadaşlarıma imrenmiş ve gelinlik giyemiyorum diye üzülmüştüm. Ama şuan yine kalbim kıpır kıpır ve içimde tarifi mümkün olmayan bir mutlulukla gülümsüyordum. Şimdi çok güzel olacağım ve herkes bana bakacak, ben de onlara mutluluk pozları verebileceğim diye düşünüp şımarıkça gülümserken hemen giyinip hazırlanmak istedim. Fakat o da ne? Gelinlik ter kokuyor üstelik etek kısımları da çamurlu. Kurumuş çamurları dökmek isterken yere bir tane çiçek düştü. Bu çiçek gelinliğin eteğinden mi, başka yerinden mi düştü diye sinirlenip yere eğildiğim an gözlerim bir anda yaşla doldu.
Gözlerimi bulutlandıran şeyin gerçek sebebi içimdeki öfke mi, kızgınlık mı , hayal kırıklığı mı bilmiyorum. Canım acıyordu; ama beni bu denli acıtan şey kirli bir gelinliğimin olmasından ziyade çaresizliğim ve yalnızlığımdı.... Ağlamak istemiyordum, kirli de olsa gelinliğim var diye kendimi avuturken gözyaşlarımın akmasına engel olsam da içimdeki acıyı dindirememistim.
Miyase Hanım, çabuk olmamı tembihlemesine rağmen ben hala gelinliğimi giyememişti. Acele etmem gerekir diye düşünürken kapı yavaşça açıldı ve benden iki yaş büyük olan ablam Ayşe, odaya telaşla girdi. Şaşkın gözlerle önce gelinliği, sonra beni süzdü. Ablam gelinliğimi görünce çok sevinmişti; çünkü kendisi gibi bu evden eski bir entari ile çıkmamı istemiyordu. Gelinliği elimden alıp büyük bir sevinçle incelerken, eteğindeki çamurları fark etmesiyle üzgün gözlerle yüzüme baktı. Bir şeyler söylemesini ve beni teselli etmesini beklerken koşar adımlarla mutfağa gidip getirdiği bir bezle çamurları sildi. Beni hızla giydirip gelinliğin omuz kısmından düştüğünü anladığı çiçeği ve birkaç sökük yeri dikti. Üzerime tam olan gelinliğin etek kısımlarını da düzelttikten sonra saçlarımı hızla toplayıp duvağı büyük bir titizlikle saçlarımın arasına tutturdu. Karşıma geçip beni baştan aşağı bir süzdü ve güzel olduğumu düşünerek göz kırparak gülümsedi.
Ablası odaya girdiğinden beri Zeynep ile konuşmamış olsa da onu anlayabiliyordu; çünkü aynı duyguyu, aynı kırgınlığı birkaç yıl önce kendisi de yaşamıştı. Teselli edecek hiçbir sözcük yoktu, sevilmedikleri ve belki de istenmedikleri için bu evden gönderiliyorlardı. Ellerinden bir şey gelmediği için kaderlerine razı olup kırgınlık ve kızgınlıklarını içine atıp sessizce gidiyorlardı.
Zeynep hazırdı, gitmek istiyordu bu evden. Sessizce, kimsenin yüzüne bakmadan, kimseyle vedalaşmadan, adeta bir suçluymuşcasına kapıyı yavaşça çekerek gitmek istiyordu hem de. İçinde tarif edemediği bir duygu vardı. Kendini hiç bu kadar garip ve çaresiz hissetmemişti. Bu gidiş hüzünlü bir veda değildi aslında; bir bilinmezliğe doğru giderken içinde oluşan korkuydu. Gelecek günlerden, yeni ailesinden, yaşayacaklarından belki de ailesinden ayrılmaktan korkuyordu. Zeynep, kafasını yavaş yavaş yerden kaldırıp ablasının yüzüne baktı, aslında ablasının gözlerini bakıp teşekkür etmek, daha da önemlisi onun boynuna sarılmak, onu sıkı sıkı kucaklamak istiyordu. Hem bu evden gitmek istiyor hem de ailesinden, kardeşlerinden ayrılmak istemiyordu. Bu denli çelişkiye düşmesi Zeynep'i çaresizlik içinde kendini kafese kıstırılmış gibi hissettiriyordu. Ablasının gözlerine son kez bakarken gözyaşlarına hakim olamadı. İki kardeş kısa bir sürede olsa birbirlerine daha önce hiç olmadığı kadar sıkı sarıldılar.
Miyase Hanım: " Zeynep hadi kızım, acele et! " diye oldukça ince bir ses tonuyla bağırması ile Ayşe, kardeşinin boynundaki elini yavaşça çekmiş olsa da diğer elini sıkıca tutuyordu. Yine göz göze geldiler ve sevgilerini dile getiremeseler de sevildiklerini hissettikleri an ellerini birbirinden yavaşça ayırıp kapıya yöneldiler. Zeynep, başını masumca öne eğerek kapıyı yavaşça açtı.
"Sessizlikte Kaybolan Sevgiler" bu bölüm içinizi biraz acıtsa da umudunuzu yitirmeyin, yarınların ne getireceğini bilemezsiniz...
Keyifli okumalar beşinci bölümde görüşmek üzere oy ve yorumlarınızı bekliyorum...

ŞİMDİ OKUDUĞUN
SESSİZLİKTE KAYBOLAN SEVGİLER (Kitap Oldu)
Ficción GeneralSESSİZLİKTE KAYBOLAN SEVGİLER Abdullah, üniversite okuyabilmek için annesinin kurduğu oyunda rol almak zorunda kalıyor. Bir yanda hayalleri diğer yanda ailesi.. İkisinden de vazgeçmek imkansız... Zeynep henüz on dört yaşında, babasının aldığı bi...