Bundan birkaç yıl önce insan ruhunun yirmi bir gram olduğuna dair bir şeyler duymuştum. Aslında sınıf arkadaşım sınıfta bağıra çağıra herkese bu bilgiyi ilan etmişti.
İlk kez o zaman öğrenmiştim bu bilgiyi ne yalan söyleyeyim. Ardından geçen yıllarda bunu yalanlamak için yazılmış olan teorilerden de bolca haberdar olmuştum. En basitinden insan ciğerlerindeki havanın yavaş yavaş boşalmasından dolayı kişi öldükten sonra bir miktar ağırlık kaybedermiş. Bunun gibi, birçok çürütücü tez var.
Bu teoriyi ortaya çıkartanların fantezi düşkünü, hayalperest veyahut dindar kişiler olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan bu teoriyi çökertmek için çabalayanların da körü körüne somut kanıtlara inanan yüzeysel insanlar olduğunu aklımın ucundan bile geçirmem.
Hayatım boyunca iki tarafı da tutamadım ben. Ne sıramda oturup çatık kaşlarım la, sınıfın çoğunluğunu etrafına toplamış arkadaşımı izlerken ne de kucağımda bilgisayar, ekrana bakmaktan kızarmış gözlerimle yeni bilgiler öğrenmeye çalışırken.
Bunun sebebini hep kendi düşünceme bağlıyorum. İnsan ruhu gibi ne somut ne de soyut olan bir şeye tanı koymak için uğraşan bu iki grup insanın korkak olduğuna inanıyorum ben. Her biri farklı sebeplerden korkuyor. Ve farklı yönlere çekmeye çalışıyor. Korktuğumuz şeyleri öğrenmemek için yaptığımız ilk şey kaçmak oluyor genelde. Bu utanılacak bir şey gibi gözükse de katiyen öyle değil. Basit bir insani refleks.
Ben bunu fark ettiğimde on yedi yaşındaydım. Ve ben on yedi yaşındayken insan ruhunun bedenden ayrıldığında kaç gram eksilttiğini bilemem ama kollarımda benden irice olan bedeni taşırken her an biraz daha hafiflediğini hissediyorum.
Başım kalp atışlarımla yarışa girmiş gibi ağrırken gözlerimi aralamıştım. İlk hissettiğim şey ciğerlerime dolan hava ile birlikte canımın yanışıydı. Arabanın camı ile bakışıyorken tuza dönmüş halde olduğunu görüştüm. Başımı usulca yana çevirdiğimde ise dudaklarımdan acı bir hıçkırık çıkmıştı.
O an algılayabildiğim tek renk kırmızıydı. Hissedebildiğim tek şey Jongin'in çektiği acıydı. İşittiğim tek şey kemiklerinin çatırdayışıydı. Alabildiğim tek koku ise onun zencefilimsi kokusuna karışmış ağır metalik kokuydu.
Bilincim gidip geliyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Arabanın kapısını açıp da sürücü kısmına geçerken topalladığımı da pek fark etmemiştim. Damarlarımda pompalanan adrenalin en azından fiziksel acımı yok ediyordu. Ve ben, gözümün önünde benekler uçuşurken, titreyen ellerimle kucakladığım bedeni arabadan çıkartmaya çalıştığım sırada tüm o ruhani acıyla ezilip parçalara ayrılıyordum.
Birkaç adım uzağımızda duran arabanın camı gibi tuzla buza dönüşüyordum.
Bacaklarım deli gibi titriyordu ve daha ne kadar dayanabileceğimi bilmezken kucağımdaki adam gerçekten de her geçen saniye biraz daha hafifliyor gibiydi. Jongin her zaman benden daha büyük, daha uzun ve daha ağır olmuştu oysaki. İşte bu, paniklemem için en büyük sebepti. Sevdiğim adamın kollarım arasından uçup gidişini engellek için adeta koşar adım otoyola çıkmaya çalışıyordum. Nerede olduğumuzu, yardım bulup bulamayacağımızı bilmiyordum.
Zaten yardım bulup bulmadığımızı da hatırlamıyorum. Bir yerden sonra dizlerim tutmaz oluyor ve yere yığılıyorum. Jongin gibi her geçen saniye hafifliyor muyum bilmiyorum, insan ruhunun gerçekten yirmi bir gram olup olmadığına dair en ufak bir fikrim de yok. O gün neler olduğuna dair ise hiçbir şey yaşamamış gibiyim.
Sadece karanlığın o kadar da korkutucu olmadığını biliyorum. En azından, karanlığa teslim olurken öyle umut ediyorum.
***
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Where Do Broken Hearts Go? // kaisoo
Fanfictionless i hear the less you'll say but you'll find that out anyway just like before...