Wattpad'in şu lanet olasıca bölümleri yanlış yüklemesinden gına geldi artık...
***
Gözyaşlarım benden bağımsızlığını ilan etmişcesine suratımdan süzülürken Minseok'un yatağının üzerinden kalkıyorum. Kollarımı belimden aşırı kendime sarıyorum. Sanki tüm bu acıları giderebilirmiş gibi kucaklamıştım benliğimi. Sanki üzerime çullanan darbelerden koruyabilirmişim gibi...
Soluklarım artık benim için pek bir alışageldik olan krizlerden birinin habercisi olacak kadar düzensiz ve hızlı. Ayaklarımı bastığım halı altımdan çekiliyor gibi, odadaki her şey adeta dönüyor. Dünyam... Başıma yıkılıyor.
''Sana inanmıyorum.'' Diye fısıldıyorum bakışlarımı arkadaşımın üzerine sabitlerken. Sesim o denli güçsüz, o denli zavallı çıkıyor ki ben bile kabulleniyorum katil sevgilimi.
''Jongin yapmaz öyle şey.'' Dudaklarımdan izinsizce fırlıyor isyanlar, Minseok bana endişe ile bakıyor. Gözlerini yumuyor ve yüzü refleks olarak buruşuyor. İstemsiz olarak dudaklarımdan hoyrat bir kıkırtı kaçıyor. Yüzüm imkanı varmış gibi biraz daha buruşurken kıkırtım kahkaha dönüşüyor. Titreyen elimi suratıma yaslayarak ağlamamı kontrol altına almaya çalışıyorum. Ağzıma siper ettiğim avuç içimi dişliyorum, kahkahalarımı dindirmeye çalışsam da bir fayda etmiyor.
''Aman tanrım... Kafayı sıyırıyorum.'' Titrek bir şekilde söylüyorum ve kapı eşiğine yaslanmış Jongin'e bakıyorum. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, bana düz bir ifade ile bakarken arada sırada Minseok'u gözetliyor. Onun ne ara oraya geldiği konusunda hiçbir fikrim yok.
Bir kahkaha daha kaçıyor dudaklarım arasından. ''Tanrım Minnie!'' gereksiz bir coşkuyla söyleyip kollarımı havada sallıyorum. Bacaklarım iki yana sallanıyor. ''İyi şakaydı...''
Minseok benimle birlikte gülmüyor. Kahkahalarımız birbirine karışmıyor. Sadece derin bakışları eşliğinde ''Canını yakacağını söylemiştim.'' Diyor sessizce.
Yüzüm bir kez daha buruştuğunda artık kahkaha atmıyorum. Alt dudağım kontrolsüzce titrerken avuçlarımı suratıma gömüyorum. ''Tanrım Minnie çok acıtıyor.'' Tek solukta söylenip sızlanıyorum.
Küçükken kaçtığım iğnelerin hiçbiri bu kadar acıtmamıştı. Karnıma basket topu attıkları zaman canım bu kadar acımamıştı. Dişimi kırdığımda veyahut ateşlendiğimde canım bu kadar acımamıştı. Bu öyle bir acıydı ki... Ölemiyordum.
''Minseok atıyorsun, sana inanmıyorum.'' Tekrar ediyorum. Kaşlarım çatılıyor ve var olan tek arkadaşıma öfkeyle bakıyorum. Tüm ölümlerin sorumlusu oymuşçasına, hüküm giydiriyorum. ''Neden bana yalan söylüyorsun?''
''Sana yalan söylemiyorum!'' Minseok panikle ayağa kalkıyor, sesi kırılıyor. Daha fazla ağlamaya başlıyor. İkimiz de birbirimizden beter haldeyiz, bana korkuyla bakıyor. Elinin tersi ile yanaklarını kuruluyor. İçli içli ağlıyor karşımda. ''Neden inanmak istemiyorsun?'' diye soruyor bana karşılık olarak bağırırken. Hışımla bir kez daha siliyor suratındaki yaşları. Gözyaşları ile ıslanmış ellerini saçları arasında gezdiriyor, saçını düzeltmekten ziyade yoluyormuş gibi gözüküyor.
''Hepsi onun yüzünden oldu!'' diyor çığlığa yakın bir tonda. Ardından seslice ağlamaya başlıyor. ''Hayatım mahvoldu! Suçsuzdum ben! Lanet olsun...''
Geri adımlıyorum, arkadaşım karşımda sinir krizi geçirirken başımı iki yana sallayarak onu reddetmeye devam ediyorum. Kendimden nefret ediyorum. Fakat ona yardım etmek için herhangi bir girişimde de bulunmuyorum. Ona inanmıyorum, gerçekleri öğrenmeye ihtiyacım var.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Where Do Broken Hearts Go? // kaisoo
Fanfictionless i hear the less you'll say but you'll find that out anyway just like before...