Uçağa sığamadım, gökyüzlerine sığamadım.
Bütün uçak yolculuğu boyunca kendimi yedim bitirdim.
"Ne kadar kaldı, iniyor muyuz, düşüyor muyuz, hadi artık ama."
"Hanımefendi kolumu bırakır mısınız?" Bir de yandaki saygıdeğer kılıklı amcayı dürtüyormuşum tabi farkında olmadan.
Erdem beni havaalanından aldı, oradan birlikte eve geçtik. Erdem'in 3.kattaki apartmanına çıktık, bavulları bıraktık. Bavulların tabanı yere değer değmez Erdem'e döndüm.
"Erdem benim içmem lazım."
Salak salak sordu. "Ne içmen lazım?"
Elimde olmadan sinirlendim ben de tabi ki. "Kayısı kompostosu. Ne olabilir sence?" Tek kaşımı kaldırarak anlamasını bekledim.
Erdem sonunda anladı ve haliyle bana boş boş baktı. "Saçmalama Zeynep, daha eve yeni girdik. Gir bir yorgunluğunu at. Bana da rahat ver."
Vermedim tabi ki. "Erdem hadi lütfen, tek başıma kaybola kaybola bar aratma bana. Nasıl dönerim hem sonra, o da var."
Kafasını kaldırıp ters ters bana baktı. "İlle de gideceğim diyorsun yani? Abin bana emanet etti seni, bara mara gidemeyiz. Otur oturduğun yerde."
"O yüzden senin götürmen lazım zaten, canım yedek abim benim. Senin gözetiminde dağıtacağım kendimi mis gibi. Bir yardımın olsun şu kardeşine."
Erdem kaşlarını çatıp bana baktı. "Nedir senin bu halin, bir derdin mi var?"
Kinayeyle cevapladım. "Acaba?"
***
Çevredeki publardan birine gittik. O filmlerde gördüklerimizden. Önce "vay be, gerçekten İngiltere'deyim" hissi sayesinde acımı unuttum. Ama bu unutuş yaklaşık 12 dakika sürdü. Sonra içkileri karıştıra karıştıra her şeyi içtim.
"Zeynep demin cosmo içiyordun, şimdi elinde viski. Nerden buldun sen onu?" Çakırkeyif gülüşümle Erdem'e baktım. "E biz de hırbo değiliz o kadar, aksanımız seninki gibi havalı değil ama konuşabiliyoruz az çok İngilizce."
Kolumdan tutup oturduğumuz masaya doğru çekti. "Zeynep şimdiden pişmanım seni buraya getirdiğime."
Gece 2'de eve döndük. Yalnız kendi evinin yolunu 20 yılda zor öğrenen ben, Londra'da nasıl yolumu bulacağım çok merak ediyorum.
Erdem'e -Batu'ya hiçbir şey anlatmaması koşuluyla- her şeyi anlattım. Dertleştik, anlattıkça biraz rahatladım. Gerçi Ömür'ün ihanetine verdiğim tepkiyi "büyük" bulmasıyla ufaktan birbirimize girdik ama burada Erdem'i kızdıracak lüksüm olmadığı için fazla olay çıkaramadım. Eve gelince de sersem halimle bavulumu açıp pijama diye ilk bulduğum şeyi üstüme geçirip kendimi yatağa attım.
Sabah uyandığımda üstümde bol bir tişört, altımda da yine ona uygun kombinlemiş olduğum bol bir tişört vardı.
Evet, şort diye altıma da tişört giymişim. Tişörtün kol kısımlarına sokulmuş bacaklar. Ben de neden bütün gece sıkış sıkış acı çektim diyorum.
Gülerek -bu şaşkoloz hallerini kendinden başkası tatlı bulmayan bir kız kurusu olma yolundayım- üstümü çıkarıp tayt tişört ikilisine terfi ettim. Banyoya girip saçımı rahat bir şekilde tepeden topladım, yüzümdeki akmış makyajı sildim, dişlerimi fırçaladım. Biraz kendime gelmiş gibi hissedince salona gidip Erdem'e baktım. Önünde bilgisayar elinde portakal suyu oturuyordu. Bana bakıp elindeki bardağı gösterdi. "İster misin?"