Bol Kafeinli ve Yakışıklı Lütfen

3.7K 50 5
                                    

Watpadd üzerindeki ilk hikaye denemem, kontrol etmedim ve düzenlemedim, yazım hataları için üzgünüm ^_^

Bir de şu tüm hakları saklıdır meselesi falan var, hikaye tamamen bana aittir, izinsiz kopyalanması yasalara aykırıdır ve kanunlarca cezalandırılır, vesaire vesaire. Kısacası çalmayın.

Romantik/Komedi tarzında, vıcık vıcık olmayacak ve absürd komediye kaçmayacak bir hikaye, haftada bir veya iki bölüm eklenir, iyi okumalar ^_^

-Letta

***

Dudağımı ısırdım ve endişeli endişeli etrafa bakınmaya devam ettim. Castle Hills. Umarım adı kadar kötü bir yer değildir diye düşündüm. Ne kadar kötü olabilirdi ki? Pekala, sanırım en kötü olasılığı düşünmekte fayda vardı. Belki o kadar yeşil ve kocaman olmazdı, ya da en alt kattaki odayı alabilirdim...Veya kocaman yemyeşil bir bahçesi olurdu, annem beni en üst kattaki şirin çatı odalarından birine atardı, pembe ve fiyonklarla kaplı perdelerim olurdu...Iykk. Bunu ben bile hak etmiyordum.

Sıra sıra dizilmiş çift katlı villalara bakarken aklımdan bunlar geçiyordu. Yeşili sevmiyor falan değildim, ama bahçe istememek için birçok sebebim vardı. Yemyeşil bahçe ve pembe fiyonklu perdeler akraba falandı bence, ikisi de yapmacık, şeker ve parlaktı. Annem de böyle şeylere bayılırdı. Umursadığından falan değil, nasıl desem, birazcık, çok azıcık...kontrol manyağı olabilirdi belki. Susadığınızda ve oturduğunuz koltuktan kalktığınız anda hemen nereye gittiğinizi sorgulamaya başlar, kendisine bu sorgu sualin saçma olduğunu ve alt tarafı su içmeye gittiğinizi, keşlerle ot tüttürmek için evden kaçmıyor olduğunuzu söylediğinizde Anneyle-Düzgün-Konuş-Yoksa-Kafanda-Terlikle-Bir-Seksen-Yeri-Öpersin kozunu ortaya koyardı. Gerçekten terlik atma gibi ilkel bir aktiviteye girişmese de bakışları yeterliydi.

Pekala, belki de birazcıktan biraz daha fazla kontrol manyağı olabilirdi.

Şu an ikisi de telefonlarında meşhur iş görüşmelerini yapıyorlardı ve kaplumbağaları utandıracak bir hızla arkamdan ilerliyorlardı. Adım attıklarına şükretmeliydim, oldukları yerde baya uzun süre durup telefonla konuşma yapabiliyorlardı çünkü, tecrübeyle sabitti. Yine de oyumu anneme kullanıyordum, yapısı gereği konuşma konudan sapınca canı sıkılır ve çabucak telefonu kapatmak için bahane arardı, sanırım Karadenizlilerin hepsine ait bir özellikti, diğer akrabalarımı da düşünürsek genetik birşey olduğuna %1000 emindim.

Tam da tahmin ettiğim gibi telefonu ilk kapatan o oldu, içimden kendi kendime beşlik çaktım, sonra kollarımı kocaman açıp dudaklarımı "Hangisi bizim ev?!" diye oynattım. Bana tek kaşını kaldırarak garip bir bakış attı ve hemen yanımda duran binanın kapı deliğine çantasından çıkarması koskoca beş dakikasını alan anahtarı soktu.

Ne yani, hayatımın yarım saatini yanımda duran bir evi arayarak mı harcamıştım?

Harika.

Sadece harika. Hayatım bu kadar harika olmayı nereden öğrendi acaba diye merak etmeye başlıyordum.

Bu arada babam da telefonunu kapatmıştı, ben de homurdanarak eve kısa bir göz atıp içeri geçtim.

Garajı, kocaman yeşil bir bahçesi olan toz pembe rengindeki duvarlarıyla tam ailemin istediği gibi olduğunu söyleyebilirdim.

İçerisinin boş olmasını beklerdim, fakat her nasılsa duvarlardan parkeye herşey tamamlamıştı ve mobilyalarin üstünde şu renksiz plastikten yapılmışı andıran örtü benzeri şeylerden vardı. Perdeler henüz takılmamıştı, ki bu da dışarıdan bakınca göremediğim için odamın çatı katında ve pembe fiyonklu perde ve yatak örtüleriyle kaplı olmadığına dair olan umut kırıntılarımı silip süpürmüş, sonra da Ganj Nehri'nden aşağı atmıştı.

Acele içinde etrafa evi kısaca inceledim, ilk katta salon, mutfak, lavabo ve oturma odası vardı. Bodrum kat boştu, bir üst katta ise ıvır zıvırların yığıldığı bir oda ve tahminimce annemle babamın yatak odası vardı.

Geriye tek bir kat kalmıştı.

Yüzümün buruştuğunu hissedebiliyordum,birkaç basamak merdiven çıkarken aynı anda kaç milyon korkunç olasılık hesaplayabileceğime ben bile şaşırmıştım.

Zaten ne düşünmüştüm ki, Murphy Kanunları resmen hayatımın özetiydi benim. Kesin çiçekli böcekli halılar falan da vardı, ellerinde kalp tutan pofuduk ayıcıkları da unutmamak gerek, porselen bir avize bile görsem şükredecek haldeydim.

Kapının kolunu kavradım ve birkaç yüz milyona ulaşmış olan felaket teorilierimi sonlandıracak hamleyi yaptım. Benim için rezalet, annem için harika bir adım. Aya çıksam bu kadar korkmazd-

Felaket teorilerim denize atılmış meşale misali sönerken hiperaktif pesimist beynim bile henüz buna yapacak alaycı bir yorum bulamamıştı.

Pofuduk. Tavşanlı. Terlikler. Adına.

Gördüklerime inanmam için gözlerimi birkaç yüz kere kırpmam gerekti.

Ve lila renk duvarları olan, içinde pembe veya fiyonklu hiçbir öğe bulundurmayan o oda hala karşımdaydı.

Hatta düşündüğümün aksine, oda mor ve mavinin tonları ile beyazla siyahın harmanlanmış haliydi. Geniş bir çalışma masası, çift kişilik kocaman bir yatak, devasa ayna, dolaplarım ve çekmeceli bir tuvalet masasıyla ihtiyacım olan diğer herşey içindeydi. Ebeveyn banyosu vardı, tıpkı eski evdeki gibi. Ayrıca gitarım resim şovalem de duruyordu. Değişmemiş olan bir başka şeyse, kitaplarımdı.

Dizüstü bilgisayarım, telefonum, resim malzemelerim, gitarım ve kitaplarım. Bu beşi yanımdayken Alaska'da penguenlerle başbaşa bile yaşayabilirdim. Tabii böyle bir durumda bolca kahveye ve montuma da ihtiyacım olurdu. Ya da olmazdı, 20 dakika içinde çoktan donup ölmüş olurdum zaten.

Yüzümde aptalca bir gülümsemeyle kendimi üzerinde Jack ve Sally'nin (The Nightmare Before Christmas müzikalinden) olduğu siyah çarşaflı yatağıma kendimi attım. Çatı katı olmasına rağmen yeni odamı sevmiştim, bu durumda önümde endişelenecek tek bir büyük olay kalmıştı.

Okul.

Bol Kafeinli ve Yakışıklı LütfenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin