Güneş doğmuş,hava ısınmaya başlamıştı. Erzakların tam olması iyi miydi yoksa kötü müydü bilinmez çünkü ne kadar çok eşya, o kadar yavaş kafile oranı vardı. Kafile hala eski sessizliğini koruyordu. Belki Eugene'e saldırmasalardı geyik yapacak morali bulabilirlerdi.
Aaron omzunun üstünden Redmond'a bir göz attı. Yüksek harabeleri görebiliyordu. Eskiden olsa günün ilk saatleri olsa bile şehrin sesleri yükselmeye başlardı fakat artık sessizlikten başka bir şey yok,bazen çığlıklar. Aaron önüne dönerken ortasından geçtikleri ölü ağaç ormanının içindeki milyonlarca şeyi düşündü. Ağaçların çoğu yanmıştı ve tek vuruşta küle dönerdi fakat o şeyler... o şeyler ağaca temas bile etmeden dolaşabilen şeylerdir. Aaron ne olduklarını düşününce bile ürperirdi. Titreyip kendine geldi ve yoluna devam etti.
Şehirden uzaklaştıkça yol açılmaya,arabalar azalmaya başlıyordu. Arabaların olmaması daha iyiydi,zaten bir işe yaramıyorlardı -çoğu çalışmazdı. Birden bir ses yükseldi ama bu inanılmayacak bir şekilde Teğmen Hawkins'ten gelmişti. Bu kafilede,hele ki böyle bir durumda en son konuşacak kişi gibi duruyordu. Sert bir sesle "Ne kadar yürüyeceğiz?" diye sordu. Kafilenin gözcüsü Mike -Tek gözü görmüyor olsa bile çok iyi gözcüdür- hızla kemerine sıkıştırdığı haritayı çekip açtı. Eli ayağına dolaşmıştı çünkü teğmen ile önceden tanışmıyordu ve galiba ondan korkuyordu. Sonunda tam olarak göz attı ve "110,bilemedin 120 mil var efendim." diye cevap verdi. Aaron aslında bunu biliyordu fakat ağzını açmayı nedeni bilinmez hiç istemedi. Yaklaşık 6 mil yürümüşlerdi bile. Arkasına dönüp adamlara baktı. Mike haritayla boğuşuyor,Thomas ekipmanını kontrol ediyor, Sessiz Chiko ise her zamanki gibi kafasını eğmiş,sessiz sakin yürüyordu. Diğer iki asker David ve Luther aralarında fısıldaşıyordu. Hawkins'e bakmak için önüne döndüğünde teğmenin aslında üzgün olduğunu fark etti. Etrafı kontrol ederek teğmene yaklaştı ve "Bir sorun mu var efendim?" dedi korkarak. Teğmen öfkeli bir adamdı,ona bağırmasını bekliyordu ama teğmen küçük bir çocuk gibi sessizce "Kardeşim de Eugene'deydi." dedi. Aaron rahatlayarak ondan bir haber alıp almadığını sordu. Hawkins yavaşça başını salladı. "Onu son gördüğümde 'Beni bırakma Micheal.' demişti. Onu o okulda bırakıp aptallık ettim." dedi hüzünlü ses tınısıyla Aaron'a. Aaron biraz moral vermek istercesine "Onun hakkında ölmüş gibi konuşmayın." dedi gülümseyerek. Hawkins bakışlarını Aaron'a kaydırdı ve o anda bir şey gördü. Belki de bu onların yolculuğu en kısa yoldan bitirme imkanlarıydı. Aaron sonunda teğmenin ona değil,arkasındaki bir şeye baktığını anladı ve aynı yere döndü. Bu herkesin yüzünde bir tebessüme sebep olan "GORDON'IN TAMİRHANESİ" tabelasıydı. Teğmen "Oraya gidip çalışan bir araba var mı kontrol etmeliyiz." dedi heyecanla. Arkasına dönüp tamirhaneyi kontrol edeceklerini söyledi ve biraz ümitle tamirhanenin yolunu tuttular.
Bina şaşırılacak biçimde iyi durumdaydı. Bu kadar iyi durumdaki bir binayı ilk defa görüyordu Aaron. Neredeyse içinde yaşanabilirdi,hemde uyurken üzerine çökebilecek bir tavan korkusu olmadan. Binanın etrafı araba doluydu. Görünüşü iyi olanlarda vardı,hurda olalar da. Kepenkler kapalıydı. Hawkins gidip kaldırmayı denediğinde içeriden kilitlendiğini anladılar. Teğmen Mike ve Chiko'ya sağ taraftaki araçları, David ve Luther'a sol taraftaki araçları kontrol etmelerini emretti. Onlar dağılırken Aaron ile birlikte tamirhanenin kapısına gittiler. Açmayı denediklerinde kapının kilitli olduğunu fark ettiler,aynı kepenkler gibi. Herhalde içeridekiler korkudan kilitlemişlerdi fakat hala canlı olsalardı sesler gelirdi. Hawkins gerilip gücünü topladı ve kapıya sert bir tekme attı. Kapı bir beşik gibi sallandı fakat kırılmadı. Teğmen daha sert ikinci bir tekme attığında kapı menteşelerinden kopup içeri doğru düştü.
İçerisi zifiri karanlıktı ve Aaron karanlığın kötülük olduğunu biliyordu. Avcı M1'inin altındaki feneri yaktı. Işığın alanı karanlığın yanında karıncadan farksızdı ama ışık ışıktır. Yavaş adımlarla iki adam içeriye girdi. Hawkins de kemerindeki fenerini alıp yakmıştı. Odanın ortasına geldiler. İçeride masalar,aletler,eski lastikler vardı ama araba yoktu. İçerideki her şey tozluydu ve yerde,bir masanın altında insan iskeletinden kalanlar vardı. Hayalkırıklığına uğramış biçimde "Lanet olası yerde hiçbir şey yok,gidelim." dedi teğmen. Ve birden kırılan kapı kendiliğinden yerine oturdu. İki adam da dehşete düşmüştü. Teğmen "Neler oluyo..." diye mırıldanırken kapıya omuz attı fakat kapı yerinden bile kımıldamadı. İşte o an anladılar. Av başlıyordu.
İki adam da tetikteydi ama burada hiçbir şey yoktu. Teğmen "Ne bu,öfkeli bir ruh falan mı?!" diye bağırırken her an etrafa ateş edebilecekmiş gibi görünüyordu. Aaron dikkatlice etrafa bakarken araba çarpmışçasına kapalı kepenklere fırladı. Kepeklere çarpıp yere kaydığında duyduğu tek şey kurşun sesleriydi. Zannettiği gibi, teğmen etrafa ateş etmeye başlamıştı. Kendine geldiğinde yanına düşen silahını alıp Hawkins'e döndü ve sadece tek bir saniye -hatta saniyenin onda birinde- karanlığın içinden teğmene doğru uçan şeyi gördü. Bu bir karabasandı. Evet evet,insanlar onlara böyle diyorlardı çünkü karanlığı bir deniz olarak kullanıyorlardı. Bunlar hayalet değildi ama kurşun geçirmezlerdi. Çünkü bunlar insanın ruhunun iblisleşmesiyle oluşuyordu,en azından inanış böyleydi. Dehşetten gözleri kocaman açılan Aaron bir an önce bir şey yapmalıydı. Bu sırada o şey Teğmen Hawkins'i karşı taraftaki masaya fırlatmıştı. "Düşün.." dedi Aaron ve odaklandı.
"Bu şey bir vücuda sahip değil. Bu yüzden kurşun işe yaramaz. Bu şey ruh da değil. Saf demiri de geç. Bu şey.. Bu şey karanlık. Karanlığı ne yok eder? Ne.. Ne..."
"IŞIK!" diye bağırdı Aaron ve çantasına ulaşmaya çalıştı. Bağırdığında karabasan onu öldürmediğini anlamıştı ve odanın tepesinde uçup ona saldırmaya hazırlanıyordu. Aaron'ın çantası çok büyüktü ve çıkartmadan da ulaşılmıyordu. Çantasını hızla çıkartıp yanına attı ve içinde işe yarar bir şeyler aramaya başladı. Karabasanı göremiyordu fakat uçuşunu ve şeytani kahkahalarını duyabiliyordu. Aynı zamanda dışarıdakiler de kapıyı tekmeliyordu herhalde.
İnsanın zamanı ölüm anı geldiğinde yavaşlar derler. Aaron bunu hissediyordu. Vücudundaki Adrenalin patlamasını,kaslarının gerilmesini,kalbinin hızlanmasını ve göz bebeklerinin küçülmesini hissedebiliyordu. Onu görebiliyordu,karşıdan kendisine doğru uçan ve kahkahalar atan karabasanı görebiliyordu. Salisenin binde birlik sürecinde çantasında yakaladığı şeyi ortadan kırıp yaratığa doğru fırlattığında her yer aydınlandı.
Yapamamış mıydı? Cennette miydi? Gözlerinin kapalı olmasına rağmen aydınlığı hissediyordu. Elini gözlerine siper ederek yavaşça gözlerini açtığında başardığını anlamıştı. Yapmıştı. Çantasındaki meşaleyi son anda yakabilmişti ve karabasan gitmişti. Yok olmuştu veya o öyle sanıyordu. En azından içinden çıkabileceği bir karanlık kalmamıştı. Çantasını sırtına atıp tüfeğini yerden aldı,gidip teğmenin koluna girdi. Kapı da gürültüyle düşmüştü. İçeri giren grubun geri kalanı da gözlerini kısmış ve ışıktan kaçmıştı. Thomas "NELER OLUYOR?" diye bağırıyordu. Aaron sadece "Karabasan." diyebildi,Thomas'ı duraklatmak için de bu yeterli oldu.
Saat 12 olmuştu. Binayı tutuşturmuşlardı çünkü karabasan geri gelebilirdi ve bu kamp ateşine benzemiyordu. Dışarıdakiler deposu yarı dolu bir kamyonet bulmuştu. Teğmeni hemen kamyonetin arkasına yatırmış, acil bakımını yapmışlardı. Şimdiyse oturmuş binanın kül oluşunu izliyordu. Dünya neden bu hale düşmüştü? Eğer Gökten Gelenler hiç gelmeseydi bunlar olur muydu? Aslında bu herkesin aklındaki soruydu. Luther hazır olduklarını haber verdiğinde, Aaron oturduğu yerden kalkıp kamyonetin kasasına atladı. Külüstür kamyonetle yavaşça yollarına düştüler. Bunların neden olduğunu bilmiyordu belki ama o şeyleri avlayıp insanları korumak.. hoşuna gidiyordu. Bir av daha tamamlanmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cehennem Hikayeleri
Science FictionDünya savaşta,hem de düşmanı tanıdığı biri değil.. Düşmanını tanımak gerekir savaşlarda fakat düşman bu dünyadan değil.. Uzaylılar 2025'te Dünya'ya saldırmış ve bildiğimiz hayatı yok etmiştir. İnsanoğlu canını dişine takarak hayatta kalmaya çalışıyo...