"Beşeriyet bugün korkunç bir uçurumun kıyısında bulunmaktadır." cümlesiyle başlıyor kitabına Seyyid Kutub. Bizi Allah'ın rızasına götürecek yolun işaretlerini sarsıcı bir şekilde anlatmadan önce durumumuzun vehâmetini göstermek istercesine. Ardından kafamızdaki tebliğ ve davet yöntemlerini sil baştan inşa etmemiz için İslam Ümmetinin hususiyetlerini açıklıyor.
AKİDE temelli İslam Ümmetini tanımlarken tüm beşeri sistemlerin 'kula kulluk', yalan ve saçmalıklar bütünü olduğunu haykırıyor. Defalarca okuduğumuz siyer-i nebilerin nasıl hayatımıza amel olarak yansımadığını gözler önüne seriyor. Ümmetin durumunun Efendimiz (sav)' in başımızda bulunmayışından değil, gözümüzün nuru hidayet kaynağımız Kuran-ı Kerim'e bakış açımızın yanlışlığından kaynaklandığını belirtiyor. Tarih boyunca İslam davasının ilk döneminde olduğu kadar çok sayıda örnek insanın bir araya geldiğinin vaki olmadığı ümmetin şüphesiz kabul ettiği bir gerçek. Seyyid Kutub bu gerçeğin arkasındaki nedenleri şöyle açıklıyor:
" İlk dönem örnek nesli Kuran'a; kültürünü ilerletmek, bilgisini artırmak, haz almak veya tatmin olmak gibi amaçlarla yaklaşmazlardı. Onlar Kuran'ı kültürü geliştiren, ilmi ve fıkhi hususlarda bilgi dağarcığını dolduran bir kaynak olarak algılamıyorlardı. Onlar kendilerinin ve içinde yaşadıkları toplumun nasıl bir hayat tarzı takip etmesi gerektiğini öğrenmek -ve bunu da savaş alanında aldığı anlık emri derhal yerine getiren bir ordu gibi- tatbik etmek için Kuran'ı inceliyorlardı.
Bir davetçinin ilk adımının "yalnızca amel etmek için iman etme şuuru" ile şuurlanması olduğunu ve bu şuura ne kadar da uzak yaşadığımızı daha ilk sayfalarda fark edebiliyoruz. İlerleyen sayfalarda Mekke Dönemi üzerine yoğun beyin fırtınalarına götüren Seyyid Kutub AKİDE'yi benliğimizin temeline oturtmadıkça bu davada muvaffak olunamayacağı gerçeğiyle yüz yüze bırakıyor okuyucusunu. Kula kulluktan kurtulup yalnızca Allah'a kulluk akidesini kabul eden bir insanın Allah'ın emirlerinden hiç birine itiraz etmeyeceğini hatta büyük bir aşk ile bu emirleri yerine getireceğini (tıpkı Sahabe Efendilerimizde olduğu gibi) anlatıyor. Öyle bir akide ki kalplerde, gelenek ve davranışlarda, ruhlarda ve mallarda, görünüş ve yaşantıda sadece Allah'ın hakimiyeti geçerlidir.
Akidenin hemen arkası ihtiyaçlara karşılık verecek tevhid ve şeriat temelli bir beşeri hükümranlık:
Kalplerin kendisiyle dolduğu ve vicdanların kendisiyle dolduğu bir akide sistemi!... İşte akideleri bu şekilde düzenlenmiş bir toplum oluşup hükümranlık selahiyeti de bu toplumun elinde bulunduğunda şeriatın prensipleri, onun pratik ihtiyaçlarına cevap vermeye ve hayatlarını tanzim etmeye başlar.
Davetçinin görevi 13 yıl temel atma dönemi olan Mekke dönemindeki gibi insanları tevhid akidesine davet ederek "fıtratın üstünde birikmiş yabancı tortulardan insanları kurtarmak"tır.
Zihinlerimize akide anlayışı temelini atan üstâd, İslam toplumunun hususiyetleri ve mahiyeti üzerine uzun bir yolculuğa çıkarıyor. İslam soyut bir teori şeklinde temsil edilemez. İnsanlar yaşamlarında sünnetullaha ve şeriatın kanunlarına itiraz edemezler. İslam sadece fikri boyutta kalan beşeri sistemlerden tamamen ayrılan benzeri asla bulunmayan bambaşka bir sistemdir. Allah Teala İslam ümmetinden 'müstakil ve fiiliyata yönelik canlı bir toplum' istemektedir. İnsanlığı sadece hayvani isteklerinin kölesi yapan sistemlere karşı Allah Teala'nın fıtratına yerleştirdiği yüce vasıfları ile hareket eden İslam Toplumu... Ümmetin bu düşünceleri benimsediği zaman ayağa kalkacağını biraz hüzün ama bolca ümitle okuyoruz.
Kafalarımızdaki tozlanmış, raflara kaldırılmış CİHAD olgusunu tüm akli melekelerimizi sarsarcasına yeniden anlatıyor:
"Cihad vakıanın her boyutuna karşı uygun vasıtalarla çıkan ve her safhasında farklı araçlara başvurulan bir topyekün insanlığı kurtarma operasyonu ve seferberliğidir..." Cihad olgusunu yumuşatmaya çalışarak sadece tebliğ cihadından bahsedenlere de tokat gibi cümlelerle karşılık veriyor:
"Yerkürenin dört bir yanındaki tüm insanların kurtuluşunu hedef edinen bir davet düşünüp de karşısına çıkan engelleri sırf tebliğ cihadıyla ortadan kaldırmaya çalışmak safdilliktir. Dille yapılan tebliğ cihadı; İslam Daveti ile şahıslar arasındaki maniaların ortadan kalkmasından sonra hür bir ortamda hitab imkanı çıktığında insanlar bahsi geçen tesirlerin tamamından kurtulduğunda söz konusu olur." Ve cihadın hedefini açıklıyor. Başka hiçbir söze gerek kalmadan: "Dinin tamamının yeryüzünde sadece Allah'ın olduğu bir barış hedefi."
İslam şeriatının zahiri davranışları ile kainatın uyumunun anlatıldığı bölüm ise üstüne defalarca konuşulacak ve kendine hayran bırakacak düzeyde. Ve 'İSLAM TOPLUMU YEGANE MEDENİ TOPLUMDUR.' diyerek yeniden tüm beşeri sistemlere meydan okuyor Seyyid Kutub. " Cinsler arası ilişkinin niteliği, insani tekamül derecesinin tesbitinde asla yanılmayan bir kriterdir." diyerek câhiliyye toplumlarını tek bir cümlede özetliyor.
Yol uzun, işaretler çokça ama olabildiğince açık ve net. Allah'ın rızasına uygun bir toplum oluşturulurken 'İslam düşüncesi ve kültürü' nü ayrıca ele almanın gerekliliği gözler önüne seriliyor. Çevremizdeki fikir ve sanat dünyasından izole edilmiş bir yaşam mümkün olmadığı için müslümanın örneğin psikoloji, sosyoloji vb. alanlarla ilgilenirken alması gereken tavır şöyle anlatılmış: "Müslüman şahsın kalbinde bütün bu hususlara hükmeden öge tüm yönleriyle kainatı, vicdanı ve hayatı kapsayarak, bunların Rableri ile ilişkileri çerçevesinde insan olgusuna, onun kainat merkezi olduğuna , varoluş gayesine, işlevine ve varlığını anlamlı hale getiren değerlere ilişkin özel bakış açısı ile İslam düşüncesidir."
Burada Salih Mirzabeyoğlu'nun şu cümlelerini anmanın kafamızdaki taşları oturtacağı kanaatindeyiz: "İktisat, sosyoloji, psikoloji vs. alanlarda ve mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak çerçevesinde çalışan Müslümanlar var. Ama bildikleri ve bildiklerini sandıkları şeylerle inandıklarını söyledikleri arasında alaka yok; kendi mevzularındaki meseleler kök olarak nerden geliyor, nereye gidiyor? Bir ara bölmede sıkışıp kalmış gibi.. Ve teoriler teoriler ... Hiçbiri kendi ruh kökünden gelmiyor!.. Eğer bunu anlasalar söyledikleri birçok şeyi söylemeyecekleri gibi, bunun bizcesinin de getiricisi olurlar."
Okuyucunun zihnini sık sık ayetlerin nuruyla aydınlatan yazar bu Al-i İmran suresinin 139. Ayetinin açıklamasını yaparak kitapla farkına vardığımız eksikliklerimizin, gediklerimizin hüznünü dağıtıyor:
' Daha da yükselecek olan sizler iken yılmayın ve mahzun olmayın, gerçek mü'minlerseniz!'(Ali İmran 138)
Bu hitap öyle bir ortamda insan ruhunu istila eden çaresizlik hissinin yol açacağı gevşekliği ve ümitsizliği önlemek üzere gelmiştir.
"Dünyadan hiçbir nasib almaksızın göçmüş olsa dahi kalbinin mutmain olması(...)" bu cümle İslam'ın her ferdinin kulağına küpe, tebliğ vazifesini omuzlanmış yiğitlere nasihat niteliğinde. "İŞTE YOL!" diyerek bitiriyor kitabını üstad. Bu bölümde Buruc suresinin tefsiri çıkıyor önümüze. Durumumuzun vehâmetini anlatarak başladığı kitabını gönüllerimize umut tohumları ekerek bitiriyor:
"Zafer sadece zâhiri gâlibiyet değildir" diyor. Yeryüzü seyahatinde hiçbir şey almaksızın daima verince daha yeryüzündeyken mele-i a'la'nın meth ve zikrine nail olacağımızı müjdeliyor. Ve haykırarak bitiyor kitap: "ALLAH TEALA'NIN KELAMININ DOĞRULUĞUNA MUKABİL; SAHTEKAR DÜZENBAZLARIN SÖZLERİ TÜMÜYLE YALANDAN İBARETTİR!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şubat Ayı Tahlil Notları - 2017
Ficción GeneralKitap tahlilleri sırasında alınan notlardır.