"Hiç kimse, çığlığını duyuramadığı bir denizin sükunetini aramaz."
Yanan bir ormanı arkamda bırakarak koştuğum bu topraklı yol, yaprakların külleri ile döşenmişti ve şimdi endişenin kelepçeleri zırhımda birer yuva kurmuşken nereye koştuğumu bilmiyordum. Arkamdaki yangın, sırtımda alevli kanatlar misali peşimi bırakmazken endişenin nefesini, şeytanın enseme üflediği günah gibi hissediyordum.
Yaklaşık son yarım saat içinde otobüsün yanından geçen görüntüleri, zamanın dakikalarını sayarak geçirmiştim ve şimdi, bir kez gelmiş olduğum evin tanıdık kapısı beni karşılarken, tahta kapının arkasında göreceklerimin düşüncesi, endişenin alevine atılan kömür gibiydi.
Bunu umursamadım ve bir elim kapının ziline giderken diğer elimi, yumruk olmuş bir halde kapıya vuruyordum. Kapının ardından bir camın parçalara ayrılma sesi geldiğinde kapıyı daha hızlı ve sert bir şekilde yumruklamaya başladım.
Kapı aniden açılınca yumruğumun biri boşa gitti ve o anda gözlerim, Emre'nin şaşkın ve çaresiz gözleri ile yüz yüze geldi.
"D... Derin çabuk geç içeri." Telefonda duyduğumdan daha kötü geliyordu sesi. Aynı zamanda yüzü, kireç kadar beyazdı. Sanki ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu ve bunun yerine şoka girmiş bir şekilde hiçbir tepki veremiyordu.
"Emre neler oluyor? Arnaldo nerede?" Evin içine girerken sıraladığım cümleler, duyduğum bir bağırma sesi ile son buldu ve bakışlarımı hızlı bir şekilde, karanlık olan salonun köşesinde bulunan siyah ve büyük piyanoya çevirdim.
"Neden lan neden?" Arnaldo'nun gür sesi duvarları inlettiğinde başta ne yapacağımı bilemedim ve orada öyleye durdum. Ses, piyanonun hemen arkasından geliyordu ve salonun köşesi olduğu için karanlıkta yüzünü seçemiyordum. İnce bir camın kırılma sesinin gelmesi, beni harekete geçiren sinyal oldu ve adımlarımı hızla o tarafa doğru yönlendirdim.
Piyanonun arkasına geldiğimde kafasını önüne eğmiş, kıvırcık saçları dağılmış ve bir duvarın köşesine sinerek oturan Arnaldo'yu gördüm. Bu görüntü beni sesinden daha çok etkilerken ellerimin buz kestiğini hissettim.
Attığım adımlarımın sesini duymuş olacak ki kafasını kaldırdı ve işte o anda içinde kara bir delik bulunan mavi okyanusun, kanlı sularla çevrelendiğine şahit oldum. Bir yıldırım etkisi kalbimin tam ortasına düştüğünde hareket edemediğimi fark ettim.
Bu öyle bir histi ki sanki bir iskelede, ayaklarımı uzatmış bir şekilde gökyüzünü izliyordum. Dalgalar sakin, deniz duruydu ve dünya sessizdi. Lakin sonradan huzur, bir fotoğraf karesine hapsolmuş gibi orada asılı kaldı ve gerçeklerin çakmağı yandığında, bir mum gibi yavaş yavaş eridi. Şimdi ise hırçın bir gökyüzü eşlik ediyordu. Sakin sulara kan sıçrarken bulutlar, iskelenin üzerinde ağlıyordu.
Arnaldo'nun gözlerinin beyaz kısmı kızarmıştı ve mavi gözlerinin rengine karışmıştı. Beni en çok etkileyen şey belki de buydu.
"Nefha..."
Ah, sesi...
Gözlerimi yumdum ve kaşlarımı çatarak dudaklarımdan bir inleme döktüm. Kalbime büyük bir yük binmişti ve nefes alamadığımı hissediyordum. Gözlerim yanıyordu ama neden olduğunu bilmiyordum. Tuhaf giden bir şeyler vardı vücudumda, ruhumda, kalbimde.
Bedenim titriyordu; üşüyordum ama ensemden belime doğru akan terleri hissedebiliyordum.
Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı ve sert atıyordu. Yumruk büyüklüğünde olan kalbim bir anda bütün acıları yüklenmiş gibi üzerine bir ağırlık çökmüştü ve sanki göğüs kafesime attığı her darbede acının nefesini haykırıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
NEFHA -Düzenlemede-
Tiểu Thuyết ChungKaybettiklerimizi dudaklarımızın arasında buluyorduk. Ne tuhaftır, oysa ciğerlerimize karışan nefeslerdi, arzunun kıvılcımlarını aleve veren. Birbirimize beslediğimiz şefkat, yıktığımız ruhları daha fazla parçalamaktan başka bir şey yapmıyordu. Bu...