Lanet liseden kurtulma zili çaldığında zaten çoktan toparlamış olduğum eşyalarımı aldım ve herkesten önce ben çıktım. Öğretmenler de artık bir şey demiyorlardı, çünkü alışmışlardı. 4 yıldır bu lisedeydim ve yeni son sınıfa geçmiştim. Bu liseye asil sırada, yüksek bir puanla girmiştim, gayet de çalışkan bir öğrenci olmuştum. Bir yıl öncesine, işler değişene kadar da bu durum bu şekilde devam etti. Ama o lanet gün geldiğinde, lanet etütten çıkmış, okulun lanet kapısının önünden ormana doğru ilerliyordum. Hatırlamak dahi istemediğim bir şey olduğu için kulaklıklarımı taktım ve Lars Ulrich'in sert solosuna kendimi bıraktım.
Yine aynı orman yolundan ilerlerken bu kez kulaklığımdaki şarkı da değişmişti. Daha yavaş, daha senfonik, daha temiz bir ses kulaklarıma dolarken, ayağımın altındaki toprağı hissetmek için kalın tabanlı botlarımı çıkarıp yürümek istedim. Kulaklığımı ve çantamı bir ağacın kenarına atarken telefonumu kontrol etmek istedim. Birden çok sesli mesaj vardı, ama bilinmeyen numaradan. Hepsinde de anlaşılmayan, hep aynı neredeyse kopyalanarak gönderilen kalın bir ağlama sesi. Sanki bir erkek sesi.
Önemsemeden ayakkabılarımın kalın bağlarını çözüp ayaklarımdan çıkardım ve yün çoraplarımı da elime alıp yürümeye başladım. Hava yağmurlu değildi, hafif esintili bir soğuk vardı ama üşütecek gibi değildi. Ve bu soğuk ayaklarıma değdikçe beni kendime getiriyordu. 11 yaşımdan beri her canım sıkıldığında ve sinirlendiğimde aynı şeyi yapardım. Artık gözüm kapalı bir şekilde bu ormanı kolayca geçebilirdim. Kulaklarımı takmadan ormanın hemen yanındaki evime doğru ormanı, ıslak toprağı koklayarak ilerlemeye başladım.
Ağaçların arasından evim göründüğünde arkamda sesler duydum. Dönüp baktığımda hiç kimse yoktu, kuşlardır diye düşünüp devam etmek için önüme döndüğümde duyduğum melodi beni kendimden almıştı. Tarif edilemeyecek kadar güzel bir erkek sesinden, tarif edilemeyecek kadar güzel bir melodi. Sadece mırıldanmasına rağmen beni büyüleyen sesin sahibini aramak için etrafıma bakıyordum ama hiç kimse yoktu. Hızla eve girip kendimi yatağa attım. Belki de her gün yaptığım şeydi bu. Yine de olsun. Alışmıştım artık.
Evdeki tek yardımcım Bertilda yemeği hazırladığında odama getirmiş, kapımı yumrukluyordu. "Hey! Lanet olsun Olivia Black! aç şu kapıyı hemen! Minerva öldün mü? " Son cümleyi söylediğinde kahkahalarıma engel olamadım. Kalkıp kilitli olan kapıyı açtığımda bana terli gözaltlarıyla bakıyordu. Sahi, bu kadının neden sadece göz altlar terliyordu? "Bana Minerva deme. İsmim Olivia. Minerva 18. Yüzyıldan kalma gibi." Kaşlarını çattı. "Öyle zaten küçük hanım." Yemek tepsisini elime tutuşturup hışımla merdivenleri indi. Cevap vermedim, zaten bu evde pek konuşulmazdı. Ben konuşmayı pek sevmezdim. Evet, henüz 18 yaşımda, belki de şehirdeki en büyük göl evinde yalnızca bir yardımcıyla yaşıyordum. Evdeki tek ses Bertilda'nın şarkı sesi, ya da benim sesli kitap okuma sesim oluyordu. Çalışmıyordum, şirketten zaten benim için yeterince para geliyordu. Dışarı çıkmıyordum, çünkü arkadaşım, ya da arkada olabileceğim hiç kimse yoktu. Bu benim için daha iyiydi. Kimseye bir şeyler açıklamak zorunda değildim. Okula da mecburen gidiyordum zaten. Her şeyi bildiğini düşünen sevgili amcamın sevgili övünülecek fikri.
Ertesi gün okuldan sonra yine aynı orman yolundan gelirken aynı melodiyi duyduğumda bu kez çantamı ve eşyalarımı bir kenara bırakıp bir ağaca çıktım ve neler olduğunu izlemeye başladım. Oldukça geniş omuzlu olduğunu gördüğüm, iri, koyu saçlı bir çocuk çıktığım ağacın altından geçti. Ağacın altında duran çantamı gördüğü zaman duraksadı ve etrafa bakmaya başladı. Beni görmemesi için dua ediyordum. Dur bir dakika. Neden dua edecekmişim? Neden ondan utanıyormuşum? Rahatsızca bir ses çıkarınca kafasını kaldırıp benim olduğum tarafa baktı. Kaşları çatılırken, mavi olduğunu sandığım gözlerini gözlerime dikmiş bana bakıyordu. Bense yüksek ağaçtan inmeye çalışıyordum. Şarkısını da mırıldanmaya devam ediyordu. Dikkatim dağıldığında elim, ağacın tuttuğum sert gövdesinden kaydı ve yaklaşım 10 metreden yere- ah pardon- çocuğun üzerine düştüm. İkimizde yerde yatıyorduk ve benim dizlerim ve kollarım feci ağrıyordu. Yüzüstü düşmüştüm. Neyse ki başım göğsüne gelmişti ve vücudumun yarısı onun üzerindeydi. Sanırım onun da benden geri kalır yanı yoktu. "Aman tanrım! Sanırım öldüm. Ah.. Kaç kilosun sen söylesene. " O sırtüstü yatarken kafam onun göğsündeydi. Ve istemsizce gözlerimden süzülen birkaç damla yaşı silmeye başladım. Üzerinden kalkmak isterdim ama sanırım bunu yapamayacaktım. Belimi ya da kıçımı kırmış olmalıydım. Gözyaşlarımı sildiğimi gördüğünde kafamı kendine çevirdi ve yüzüme baktı. Sanki daha önce mavi olan gözleri şimdi gri gibiydi. " İyi misin?" dedi endişeli yüzüyle. Kalın siyah kaşları çatıldı ve yüzümü incelemeye başladı. Gözlerim hala dolu doluydu ama yine de yavaşça başımı salladım. Yavaşça altımdan kalkmaya çalışırken sert, hırıltı gibi bir inleme koydum. Ben sırtüstü dönerken yanıma yaklaştı. "özür dilerim, özür dilerim, bekle bir saniye." Ceketini çıkardı üzerime örttü. "Belinde bir şey var mı? Ağrıyor mu? " Kafamı sağa sola salladım. Beni yavaşça ve dikkatlice kucağına alırken teselli etmeye de çalışıyordu. Ceketine sarılırken vücudunun sıcaklığından faydalanmaya çalışıyordum. Adını bilmediğim yabancının kemikli, hatta neredeyse kaslı, yeni sakalları çıkmaya başlamış yüzünü incelerken ağrılarım artıyordu. Ellerimi göğsüne koyup gözlerimi kapattım. Uyku beni yanına alıyordu.
![](https://img.wattpad.com/cover/12620251-288-k455798.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tanrım, Teşekkürler.
Подростковая литература(+18) İşte vakti gelmişti. Monoton, yıllar önce sabitlenen hayatımı değiştirmenin vakti. Belki de değişim hataydı? Geleceği göremiyordum ki, başıma gelecekler için bir tahminde bulunayım. Aslında uyarılmıştım, açık açık uyarılmıştım. Vücudumdaki le...