Yürüyordu çocuk sert adımlar ile. Sert rüzgara direnircesine, rüzgarın savurduğu yağmura aldırmadan yürüyordu. Başını, herkesten saklanırcasına önüne eğmiş, kimseyi görmek ve kimseye görünmek istemiyor gibi yürüyordu. Adımları gittikçe daha çok hızlanıyor, düşünceler beynini her saniye daha derinden işgal ediyordu. Beyoğlu'nun dar sokaklarında pısırık, içine gömülmüş, saklanırcasına hedefine daha hızlı ilerlemeye çalışıyordu.
Tumturaklı binaları gördükçe daha derinden işgale uğruyordu beyni. Çocuk tenhaydı, çocuk karanlıktı, çocuk ücraydı, çocuk yalnızlıktı.
Çocuk kalabalık olamadı...
Mütereddit bir tavırla girdiği sokaktan istiklal caddesine çıkmak istedi. Tenha bir köşeden, müstehzi bir sesle "Küpeli" sesi geldi. Ardı ardına kahkahalar. Duymazdan geldi çocuk. Bedenine işleyen soğuk, sinirlerini kontrol etmesini sağlıyor,
müstehzi sözleri duymak yerine, yere çarpan yağmur tanelerini ve rüzgârın uğultusunu dinliyordu. Tekrardan,
"Köprü altına mı küpeli?" Sesini duydu. Aynı şekilde müstehzi bir ses tonuyla. Duymadı çocuk. Duydu ama duymadı...
Eğer duyarsa, ölüm olurdu, kan olurdu, kişilerin katli vacip olurdu. Çocuk sustu, çocuk duymadı, çocuk umursamadı.
Çocuk kulaklarını tıkayabildikçe tıkıyor, insanları görmemeye çalışıyordu. Harfendaz kişilerin, müstehzi sözlerini ne kadar duymamaya çalışsa da, her sözün, içine birer kin tohumu ekmesine engel olamıyordu. Netameli sokaklara giriyor, pespaye, tamahkâr, Beyoğlu'nun naif sokaklarını kirleten insanlar arasından geçiyordu.
Münzevi kişiliği ile bilinen çocuğu herkes tanıyor ve kimse sevmiyordu. Çünkü o bir eşcinsel, çünkü o bir sevilmeyen tipti.Yere çarpan yağmur taneleri kulaklarında ritim oluşturuyor, kirli sözleri duymuyordu.
Yağmur ve rüzgâr uğultusu adeta muazzam, bilinmeyen bir şarkı gibi geliyordu.Saat 08.24
İstiklal caddesine ulaştığı zaman müphem bir kalabalık vardı.
"Bu saatte, bu kalabalık?" Diye geçirdi aklından çocuk. Günün belirli saatlerinde insan yığını ile dolu olurdu, aynı şekilde günün belirli saatlerinde istiklal caddesini tüm çıplaklığıyla görebilirsiniz. Tüm çıplaklığıyla ortada olması gerekirken bir yığın insan vardı. Müstesna bir durum idi.
Namütenahi bir yer işte Beyoğlu.
İnsanları gördükçe daha çok içine gömülüyor, daha çok gizleniyordu çocuk. Peyderpey adımlar ile bu sefer rotasını garson olarak çalıştığı türkü evine çevirdi. Çocuk her an saldırma pozisyonunda, her an savunma halindeydi. Sürekli arkasına bakıyor, hırkasının kapüşonunu kafasına geçirmiş, gizlene, gizlene gidiyordu. Hayır, hayır. Çocuğun hasmı yoktu. Çocuğun tek hasmı kendisiydi. Kendinden koruyordu bedenini. Düşüncelerinden, beynini kemiren seslerden koruyordu. Bir o kadarda korkuyordu.
Sokak çalgıcılarını gördükçe, içi açılıyor, onları dinlemek için hızla hedefine ulaşmaya çalışan ayaklarını yavaşlatıyordu. Bir kadın gördü. Koyu yeşil şalvar giymiş, siyah kıvırcık saçlı, yeşil gözlü. Sesi yüreğinin en ücra köşesine dokunuyordu. Yanında da uzun saçlı, sakallı, gözlüklü bir gitarist. "Skalerika de Ora" adlı parçayı söylüyorlardı. Çocuk, kadına sevgi dolu bakarken, gitarist adama aşk dolu gözler ile baktı.
Ve yürüdü çocuk...Çocuk, kurtulmuş, fethedilmiş, güvenli bölgeye girer gibi daldı türkü evine.
İçeri girdiği anda diğer garsonların, özellikle şef garsonun çocuğa sert, sinirli bakışları onu ürkütse de, "Merhaba" dedi sevinç dolu ses tonuyla. Ona bakan garsonlar sevilmeyen birini görmüşçesine, cevap vermeden işlerine dönerken, şef garson adeta çemkiriyordu.
Ardı ardına ettiği küfürlerin içinden tek duyduğu şey "Küpeli ibne" olmuştu. Utanmıştı çocuk. Alışmıştı da.
Ve bir anda bu zamana kadar hiç karşılaşmadığı, kimse tarafından ona karşı cüret edilmeyen bir şey yaptı şef. Çocuğa herkesin içinde "Siktir git köprü altına ibne!" Diyerek tokat atıp, kovdu.
Sadece 7 dakika geç kalmıştı oysa. Her gün diğer çalışanlar neredeyse yarım saat geç gelirken, onlara tek bir söz söylenmezken...
Üzülmedi çocuk. İşten atılmak, küfür yemek dokunmadı ona. Onun beyninde işgallere sebep olan, bilenmesine sebep olan, içinin kin ile dolup taşmasına neden olan şey, yediği tokattı.
İlk tokat idi ama ilk düşmesi değildi. Her gün daha derinlere düşüyordu. O çıkmaya, kurtulmaya çalıştıkça insanlar soyut olarak vuruyordu. İlk defa somut olarak bir darbe yemişti.
18 yaşındaydı ve ilk defa fiziki bir darbe almıştı. Ruhsal darbelerden de acıydı bu.Tekrardan kabuğuna çekilip, bilinçsiz bir halde yürümeye koyuldu çocuk. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden yürüyordu. İstiklal caddesinden ilk gördüğü sokağa daldı. Oradan farklı bir sokağa, sonra başka bir sokağa, yine farklı bir sokağa...
Beyoğlu'nun dar, tenha sokaklarında geziyor, harabe gece kondular, yıkılmaya yüz tutmuş apartmanlar, hepsinden ayrı olarak tumturaklı, zenginlerin oturduğu binalar görüyordu. Travestilerin, gotiklerin, ağır ağabeylerin, her telden insanın arasından, onlardan değilmişçesine geçip gidiyordu.
Son olarak seks işçilerinin olduğu Bayram sokağından geçip evine gidecekti. Bayram sokağı Beyoğlu'nun genel evidir. Kısa ve dar bir sokakta 7-8 tane renkli apartmanın olduğu ve o apartmanların oturanlarının seks işçileri olduğu bir sokaktır. Sokakta her zaman bir grup erkek, camlarda müşteri çekmeye çalışan seks işçilerini müstehzi laflar ile oyalar. Seks işçileri veya travestiler tarafından kafası yarılan çoktur. Bir insanın yaşamına ne diye karışılır ki? Ne sıfatla karışırsın haddin olmayan yaşama?
Vakur yumuşaklık ile bayram sokağına giren çocuk, sürekli orada eksik olmayan insan yığınını gördü. Camda müşteri çekmeye çalışan, bir yandan kapıdaki boş insan yığınına laf yetiştiren seks işçisini gördü. Camın dibinde, saksıda çok güzel yetişmiş bir papatya.
"Çok güzel görünüyor papatyalar." Diyerek bir tebessüm yerleştirdi dudaklarına.
Seks işçisi, beyhude insanların arasından, ışık gibi fırlayan çocuğa babayani bir bakış atarak,
"Senin olabilir." Dedi.
Kafasını tekrardan önüne eğerek yürümeye devam eden çocuk, seks işçisinin teklifini yanıtsız bıraktı.
Yürümek ve susmak. Bazen konuşmak. Bazı zamanlarda sessizce ağlamak. Belki bir gün anlaşılmak...
Yürümek, yürümek adeta bir tedavi gibi değil mi? Özgürce, rotasız bir yürüyüş. Rotasız yürüyüşler insanların hep rotalarını belirlemiştir. Yürüdükçe düşünür, düşündükçe, rotanı çizersin. Yürümeye âşıktı çocuk. Ücra yerlerde yürür, tenha yerlerde soluklanır, kalabalık yerlerde ölürdü. Oysa yürümenin tedavi olma olasılığı yoktu onun için. Her adımı bir cinayet, her adımı oluk oluk kandı.Ağacın üstünde bir kuş var. Kuş etraftaki insanlara elinde ki silah ile kurşun yağdırıyor. Herkes kaçışıyor, bazıları kaçamadığı için yerde vurulmuş yatıyor. Kuşun silahında ki kurşunlar bitmek, tükenmek bilmiyor. Ağaçlara, kedilere, köpeklere, insanlara ve kendi ırkından olan kuşlara kurşun yağdırıyor. Çocuk bir hamle ile kuşun görüş açısında olmayan dağın arkasına sığınıyor. Kuşu izleyebiliyor. Kuş durmaksızın ateş açıyor etrafa. Her yer kan, her yer ceset.
Bir anda silah sesi kesiliyor. Kuş çocuğun dibinde bitiyor. Kuş, ağzında ki papatyayı çocuğun önüne bırakıyor.
''Ne yapıyorsun sen! Neden insanları katlediyorsun!'' Çocuk dehşet içinde haykırıyor kuşa.
''Ben insanları katletmedim.'' Diyor kuş.
Çocuk dağın ardından kafasını kaldırıp bakıyor ve yerdekilerin insan olduğuna emin oluyor.
''Ne saçmalıyorsun sen! İnsan işte onlar!''
''Biliyor musun, İnsanlar kötü.''
''İnsanlar kötüyse kedilerin, köpeklerin, senin gibi kuşların ne suçu vardı!''
''Ben onları öldürmedim. Ben onları kurtardım. Dünya çok kötü bir yer. Yaşanılası bir yer olmadı. Olamaz da. Dünya iğrençlikler üzerine kurulmuş, menfaatler ile yönetilen, aşağılık bir mabet. Taptıkları kirli paralar, inandıkları yüksek mertebeler, Tanrıları ise patronlar. Kedileri, köpekleri, kuşları ve diğer tüm hayvanları öldürmedim. Onları ütopyama götürdüm. Sende bizimle gelmek ister misin?''
''Hayır, hayır!''Korkunç bir kâbustan, ter içinde uyanan çocuk, yaşadığı şoku atlatmak için, yatağından fırlayarak yüzünü yıkadı. Ellerine dolan suyu sertçe yüzüne çarparken ''Papatya'' dedi. Tekrardan doldurdu ellerini su ile. Çarptı suratına. ''Ütopya.''
Kafasını kaldırıp aynaya baktığında dudağında ki patlak dikkatini çekti. Ellerini dudaklarına götürdü. Şeften yediği tokat dudağını patlatmış fakat çocuk hiç fark etmemişti. Darbe aldığı yer acıyor, acısı içine kin tohumları ekiyordu. Onu üzen sadece işten atılmak değildi. Her gün, her zaman, her yerde, haddi olmayan insanlar tarafından, bazen ailesi tarafından hakaretlere maruz kalıyor, itilip, kakılıyordu. En kötüsü de bardak taşıyordu. Bardağın içi kaynar su ile doluydu.
Eğer bardak taşarsa herkes yanar.Galip, gün boyu evden çıkmama kararı almıştı. Belki bir duble kitap okuyacak, belki kulaklarından yüksek dozda Cem Adrian alacak, belki kağıtlara hayallerini anlatacak, belki satırlara haykıracaktı. Bazen insanlığa küfredecek, bazen derin düşüncelere dalacak, bazen beyni işgale uğrayacak, bazen ölüme ramak kalacaktı. Fakat gün geçecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PSİKOLOJ'İNT
Teen FictionBİR TUTAM SAYGI LÜTFEN! Efendim! Saygı dedik! Ben bir ideolojiyi savunuyorsam veya cinsel yönelimim sizler gibi değilse yahut aynı ırktan, aynı mezhepten, aynı dinden değil isek, saygı duyun! Saygısızlık yaptığınız her an, kişi savunduğu şeyin milit...