Dolunay

324 53 18
                                    

Genç kız oturuyordu aynanın karşısında. Elinde tuttuğu demir makasa parmaklarını geçirip birbirine vurmaya başladı. Aynada, gözlerinin içine bakıyor, makas ile ritim oluşturuyordu. Sağ elinde tuttuğu makas ile ritim tutarken, sol eliyle beline kadar gelen kıvırcık saçlarını seviyordu. Ardından yeni yıkanmış saçlarının kokusunu ciğerlerine çekti. Karanlığın içinde baktığı aynada bazen sureti kayboluyor, bazen bulanıklaşıyor, bazen farklı bir kişiliğe bürünüyordu. Deniz mavisi gözleri, adeta iblise dönüşüyor, kan kırmızısı oluyordu.
Aynada bir kız yoktu. Onun karşısında, onun gözlerine bakan, sureti belirsiz bir insan vardı.
''Ne var biliyor musun?'' dedi genç kız.
Aynada ki suret, kulağını, kızın dudaklarına yaklaştırarak, kısık bir sesle ''Fısılda hadi.'' Dedi.
''İnsanların işine yaradığın müddetçe değer görüyorsun. İnsanların işine yaramazsan sokaktaki yabancıdan farkın kalmıyor. Kullanıyorlar, kullanıyorlar atıyorlar.
Evet kullanılıyorum.
Bedenim, duygularım kullanılıyor. Gerek insanlar tarafından gerek beynim tarafından. En yakınım kullanıyor, dostum kullanıyor, ailem kullanıyor.
Ben kullanılıyorum!''
Sesini yükselten kıza, belirsiz suret ''Daha sessiz fısılda. Fısıldayarak haykır.'' Dedi. Kız ''Affedersin.'' Diyerek anlatmaya devam etti.
''Benim duygularımın, düşüncelerimin, sevgilerimin, yaşantımın bir ehemmiyeti yok.
Okyanusun içindeki tek bir kum tanesi gibiyim. Fark edilmeyen, fark edilmeyecek olan, fark edilse bile bir ehemmiyeti olmayacak olan.
Bazen kendimi kayalıklarla dolu bir dağın en absürt yerinde biten papatya gibi hissediyorum. Üstüne çıkıldığında her yeri gösteren bir kayalık olmaya razıydım oysa. Ne yerinde biten bir papatya, ne kadrajlara konu olan bir gül, nede her yeri gösteren bir kayalık gibi hissettiğim hiç olmadı. En fazla absürt yerde biten papatya, okyanusun içindeki kum tanesi gibiyim. Zaten okyanusun içindeki kum tanesi olmam başlı başına bir umut yoksunluğu değil mi?
Ne mutlu okyanus olanlara...

Belirsiz suret, kulağını kızın dudaklarından çekti.
Derin derin iç geçirdikten sonra ansızın yok oldu.
Rahatlamıştı. Tanımadığı veya hiç tanıyamayacağı hayali arkadaşına dökmüştü içini. Hayali arkadaşı tarafından yanıtsız bırakılmak üzmemişti onu. Hep böyle değil midir zaten? Hep yanıtsız bırakmaz mı insanlar? Ha, insanlar yanıtsız bırakmış, Ha, hayali arkadaş.
17 yaşındaydı genç kız. Maddi sorunları olan bir aileye sahipti. Kalitesiz devlet okulunda, iğrenç kişiliklerin arasında eğitim görüyor, arkadaşları tarafından ''Egoist'' ilan edilerek dışlanıyordu. Hayır, hayır. Egoist değildi. İçine kapanıklık, insanlardan korkmak egoistlik olamaz. ''Babam bana kötü davranıyorsa, diğerleri neler yapar.'' Düşüncesinden sıyrılamayan, insanlardan korkan bir kızdı sadece. Fakat maddi sorunlar, eğitim durumu, sosyal sorunları ile boğuşmaktan ziyade, babası tarafından yediği dayaklar ağır geliyor, daha gurur kırıyordu.
Her gün uçurumun kenarında, göklere ramak kalıyor, ancak içinde beslediği minicik umudu, iri yarı bir adamın ellerinden tutması gibi tesir ediyordu. Umuduna tutunuyordu. Belki de hazin sonu merak ediyordu...


Psikolojik tedavi gördüğü hastaneye gideceği için sevinçliydi. Sabah erken kalkıp, En yakın arkadaşı Ahmet'i görecek olmanın sevincini, erkenden yaşamaya başlamıştı. Onun koruyucu perilerini dinlemek için can atıyordu. Sürekli penceresinin güneşliği kapalı olurdu. Aydınlıktan, güneş ışığının odasına doluşmasından nefret ederdi. Ahmet'e aldığı hediyeyi, pencerenin pervazına bırakmıştı. Perdeyi kaldırmadan, pencerenin pervazına kolunu uzatarak almıştı Ahmet'in hediyesini.
En güzel giysilerini giymiş, kıvırcık saçlarını topuz yapıp, Ahmet'in en sevdiği siyah mat rujunu sürdükten sonra annesiyle birlikte çıktı evden. Her ayın 15'inde mutlu olurdu kız. Hafta içine denk gelmesi ve okulundaki saçma insanları bir günlüğüne de olsa görmemek mutlu ediyordu. En önemlisi Ahmet'in koruyucu perilerini dinliyordu. Ahmet, koruyucu melekleri olduğuna inanan, onlarla konuştuğunu iddia eden, kişilerin yaşadıklarını yahut yaşayacaklarının bir kısmını görebilen, kızın kanaatince psişik güçlere sahip fakat halk nezdinde deli denilen birisiydi. Eğer bu güçlerini ticarete dökseydi falcı denilirdi. Kızın, Ahmet'e bu denli inanmasının sebebi, 2013 yılında Sultanahmet meydanında ettiği duanın, Ahmet tarafından söylenmesiydi. Ettiği dua ise şöyleydi. ''Tanrım, sınıfımdaki kızın ayıcığından istiyorum.''
Ahmet, bu duayı hiçbir kelime eksiltmeden söylemiş ve bu duanın tuttuğunu hatta o ayıcık ile uyuduğunu söylemişti. Bundandır kızın Ahmet'e bu denli olan inancı.
Tek sosyal aktivitesi Okul-Ev ilişkisinden ibaret olan kızın, hastane yolu boyunca duyduğu rahatsızlık inanılmazdı. İnsanları gördükçe korkuyor, içine gömülerek saklanmaya çalışıyordu. Sonunda Ahmet'i göreceği için bu işkenceyi çekmek pekte sorun değildi onun için. İnsanlar savaşırcasına oradan oraya koşturuyor, bir şeyler için mücadele ediyordu. Dünya dönüyor, insanlar hedefleri uğruna çaba sarf ediyor, yeri geldiğinde insan harcıyorlardı. Bazen iyilik sömürüyorlar, bazen sevgi. Bazen merhamet öldürüyorlar bazen umut. Bilmedikleri bir şey vardı. Umudu ölen kişi ya öldürür ya ölür. İnsanlar haberi olmadan kendilerine silah doğrultuyordu. İçi iyilik, sevgi, merhamet ve umut dolu olan kişilerin duygularını sömürürseniz sonunda olacak şey şudur;
Ya kendini savunamaz, güçsüz olduğunu bilir.
Ya da güçlü biridir kendini savunur.
Güçsüz biri kendini, güçlü biri ise umudunu öldüreni öldürür. Kısacası birileri ölür. Kimisine haktır ölüm, kimisine yazık...
Keşke...
Keşke kötülüğü öldürebilecek biri çıksa.

PSİKOLOJ'İNTHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin