Sabah, saat beş buçuk gibi kalktım. Üzerime eşofmanımı ve kısa kollu tişörtümü giydim. Mutfağa gidip, bir şişe su aldım. Ayakkabılıktan koşu ayakkabılarımı alıp, giydim. Kapı tokmağını tutup, kendime doğru çekip, kapıyı kapattım. Cebimden açık mavi kabı olan, telefonumu çıkarıp, kulaklık yerine yolda –yolda sıkılmamak için– kulaklıklarımı takarak, yola doğru yürüdüm. Şişem elimde, kulaklık kulağımda, ortalama yirmi beş dakika koştum. Suyum bitmişti. Dinlenmek için kaldırıma oturdum. Orada bekleyerek, dinlenerek, hayatımın iki dakikasını öldürdüm. Tam ayağa kalktım, yoluma devam edecektim ki…
Bir de ne göreyim!
Gece.
Üzerinde, kaslı kollarını ve baklavalarını belli edecek bir tişört vardı. Altında, da, bir şort. Üşümüyor muydu, bu çocuk? Aman, banane canım, çok da umurumda! Gece, beni fark ettiği anda göz kırparak, gülümsedi. Bana doğru giderek yaklaştı. Midemden kalbime doğru uçuşan bir şeyler hissetmiştim. Heyecanlanmıştım. O’nun, “Nasılsın Ece?” demesiyle kendime geldim. “Ben mi? İyiyim, seni sormalı. Sen nasılsın?” Askerlik arkadaşı gibi, o ne öyle Ece! “Bende iyiyim, sağ ol. Her gün, yaklaşık on kilometre koşuyorum. Sen? Koşuyorsun göründüğü kadarıyla.”
Ne cevap vermeliydim? Ne yapmalıydım? Bunların cevabını zihnimde ararken, gözümün önünde su içti. Suya öyle –‘Bana da ver ne olursun’ bakışı– baktığımı görünce, susadığımı anlamıştı. Suyunu uzattı. Düşünceli çocuk. Suyu ilginç bir şekilde kabul ettim. Normalde, birinin ağzının değdiği şeye, elimi bile sürmezdim. O’nun gözlerinin içine bakarak, suyu kafama diktim.
“Öpüşmüş sayılırız.” Anlamamıştım. Ne diyordu? “Efendim? Anlamadım.” “Şişenin ağzını silmeden içtin. Öpüşmüş sayılırız.”
Şimdi anlamıştım, olanları! Ona dalıp (!), şişenin ağzını silmeyi unutmuştum! “Özür dilerim, ben…” Kızarmıştım. Bu çocuk, bana alışkanlıklarımı unutturuyor, dengemi bozuyordu! “Özür dileme. Sorun yok. Kızarmak, en çok sana yakışıyor, biliyor musun?”
Utanmıştım.
“Öyle söyleme, ben… ‘Güzel’ bile değilim. Bana hiçbir şey yakışmaz.” Elimdeki şişesini onun eline vererek, koşmaya başladım. Peşimden gelmesini istiyordum. Bir süre beni yalnız bırakıp, yanıma sonradan geldi.
İki şişeyle. Tek kaşımı kaldırdım. “Özür borcu. Sana bir daha iltifat etmeyeceğim Hanımefendi. Bana atar yapmanızdan (!) korkuyorum. Bana küsmeni istemediğimden sana iltifat yok.” Gülümsedim. “Teşekkürler. Ama sana asla küsmem zaten.” Bunu ben mi söylemiştim? Hangi özgüvenle? “Buna inanmak istiyorum ve… İnandım. Çünkü senin diğer kızlardan farklı olduğunu biliyorum.” Çok hızlı ilerlemiyor muyduk? Utanmıştım.
Bu çocuk, beni her seferinde utandırıyordu. “Nereden biliyorsun? Belki, bende orospunun biriyim?” Kaşlarını çattı. “Sen asla, onlardan biri olmayacaksın. İstesen bile. Nereden mi biliyorum? Söyleyeyim mi?” Merak etmiştim. Hem de çok. “Söyle,” dedim. “Gülmeyeceğine söz verirsen ama?” dedi. “Gerçekten,” dedim. “Olmaz, söz ver.” Baktım, ben ‘söz’ vermezsem, bu çocuk asla söylemeyecekti, “Söz,” dedim. “Ben, senin duygularını –çok saçma bir şekilde– hissedebiliyorum.” Hissetmek mi? Çok güzel bir kelimeydi. Bizi, –ne ara ‘biz’ olduysak– tanımlayabilecek.
Bir an saatime baktım ve okulun başlamasına kırk beş dakika olduğunu fark ettim. “Eve kadar, yarışa ne dersin?” diye sordum. Bana baktı. Gülümseyerek, –ben de gamzelerini ‘yalama’ isteği uyandıracak bir şekilde gülümseyerek– “Bana uyar,” dedi. On dakika sonra, O’nun evinin önündeydik. “Burada beklemeyelim. Senin evine kadar gidelim, seni bırakayım. İçim rahat etmiyor, Ece.” Başımı ‘hayır’ anlamında sağa–sola salladım. “Peki, o zaman, tamam. Bu yarışı sen kazandın ama bir sonrakini ben kazanacağım! Yarın, görüşeceğiz koşu partnerim! Yarın sabahı, senin ile koşmak için, ‘iple’ çekiyorum! Senden ricam, birazcık daha erken kalk. Beraber, daha fazla koşalım. Seninle koşmak çok zevkli ve eğlenceli oluyormuş. Benimle daha uzun vakit geçirmek istiyorsan, erken kalk. Tabii, istersen?” O’na ne diyeceğimi tam olarak bilmiyordum. Gülümsedi. Gözlerindeki ışık çoğalmıştı. “Tabii, isterim. Görüşürüz partnerim.” Ona ‘partnerim’ demek, çok güzeldi. O’nu eve girinceye kadar bekledim. Sonra hızımı iki katına çıkarıp, eve doğru koştum. Dilimle dudağımı ıslattım. O’nun tadı vardı. Şişedeki tadı hala damağımdaydı. Tanrım, iyi ki şişenin ağzını silmemişim, diye düşündüm. Ayakkabılarımı çıkarıp, ayakkabılığa koydum. Parmak uçlarımda ilerleyerek, banyoya doğru koştum. Kapıyı kilitledim ve soyundum. Duşun altına girip, hem vücudumu, hem de zihnimi temizleyerek dıştan duştan çıktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gece ve Gündüz
RomanceSiz, hiç asla birlikte olamayacağınız, biriyle tanıştınız mı? Gece, aşkı gündüze ne kadar uzaksa, onlar da birbirine o kadar uzaktı. Ama karşılaştılar. Hepsi kader denen o, "illetin" onlara oynadığı bir oyundu. Birbirlerini her şeyden, herkesten d...