Keyfim yerindeydi. Küçük midillimi alıp nehir kenarına yürüyüş yapmaya geldiğimde kendimi huzurlu hissediyordum. Çiftliğimizde hiçbir zaman gürültü ve çocukların ağlama sesi eksik olmaz. Üstelik kavga ettiklerinde çok fazla olduklarından ortalık iç savaş meydanına döner. Bu yüzden sık sık küçük atımı alıp kaçarım ve ablam da arkamdan Tommy'i yollar. Cadı ablam.
Annem böyle düşündüğümü duyarsa beni cezalandırır. Zira cadılığı evde yüksek sesle söylememiz yasak. Tüm bunların saçmalık olduğunu ona defalarca söylemiş olsam da beni dinlemiyor. Saçmalık bile olsa çok tehlikeli. Eğer biri sizin cadı olduğunuzu düşünürse kilisenin ellerinde meşalelerle peşinize düşmesi fazla zaman almaz. Ve sonra acı bir şekilde ölürsünüz. Mutlu son. Tabi öncesinde sizin gibi bir yaratıkla fotoğraf çektirmeyi düşünebilirler. Çünkü çiftliğimizin bulunduğu kasaba yüzyıllardır geleneksellikle modernliğin adeta birbiriyle savaştığı, küçük, sıkıcı bir yer.
Tommy, altı küçük kardeşimden ilki "Alice," diye bana bağırdığında hiç oralı olmayıp yürümeye devam ettim. Evet, gerçekten de altı küçük erkek kardeşe ve bir de ablaya, her ne kadar onu abla gibi hissetmesem de annem itirazla onu da kendisinin doğurduğunu söylüyor ama ben bundan şüpheliyim, sahibim. "Alice annem seni çağırıyor. Eğer hemen eve dönmezsen kulaklarını keseceğini söyledi."
Erkek kardeşlerimin isimlerini ezberlemeye çalışmayın çünkü ben bile on yedi yıldır karıştırıyorum. Bu arada on yedi yaşındayım.
Sinirle ona doğru dönüp "Bunları annem değil de cadı
ablan söylemiş olmasın," dedim."Şşş Alice. Sessiz ol. O kelimeyi dışarda söylememelisin."
Tommy, sanki çayırların içinde biri saklanıyormuş da bizi duyabilirmiş gibi tedirgin gözlerle etrafı süzdü.
"Pekala geliyorum," dedim asık bir suratla midillinin ipini tutarken.
Çiftliğe girip hayvanı ahırımızda çalışan yaşlı Sam'e bırakıp mutfağa doğru yürüdüm. İçeriden türlü kokular geliyordu. Tatlı ve tuzlu. Umarım annem turta yapmıştır. Turtaya bayılırım.
Ablam kapıda dikildiğimi görünce sinirle "Nasıl bu kadar sakinsin?" diye sordu. Omuzlarımı silkip annemin yanına gittim. "Kitap okumak ve aylak aylak dolaşmaktan başka bir şey bildiğin yok. Git ateş için biraz odun getir."
"Seninde evlilik meraklısı olmaktan başka bir bildiğin yok," diyip dil uzattım.
Annem "Kavga etmeyi kesin," diye araya girdi. "Akşam yemeğine o kadar çok kişiyi davet ettik ki. Yemekleri yetiştirmemiz gerek."
Akşam gelecek davetlilerin başında ablamın nişanlısı ve onun asık suratlı ailesi geliyordu. Gergin bir şekilde nefesimi dışarı verip odun bulmak için mutfaktan çıktım.
Tanrım, bu kadar koşuşturmaca ve nişanlılık telaşı da neydi ki? Ablam ve onunla evlenecek adam bizden uzak bir yerde işlerini halledip sonra da çiftliğimize güvenli mesafede uzak olan evlerine taşınsalardı ya. Biz de üç gün boyunca onlar gelecek diye yemek ve temizlik yapmak zorunda kalmazdık. Zaten ikisini yapmaktan da nefret ederdim.
Ahıra girip gelişigüzel ortalığa fırlatılmış odunlardan bir kucak dolusu aldım ve tekrar mutfağa döndüm. Ocağın altındaki ateşin başına geçip odunları tek tek özenli bir şekilde ateşe yerleştirdim. İşimi ne kadar geç bitirirsem o kadar iyiydi. Yoksa peşinden koşmam için başka bir şey emrederlerdi. Kucağımdaki odunlar bittiğinde kenarda duran demir maşayla ateşi karıştırıp iyice harlandığından emin oldum. Ablam ayağıyla belime vurup "Çekil şuradan," diye tısladı. Ablam nedenini bir türlü bilmesem de doğduğum günden beri benden nefret ediyordu. Diğer kardeşlerimize karşı böyle değildi aslında. Bana beslediği anlamsız bir kin vardı sadece. Onu umursamamaya çalışıp ayağa kalktım. Gerçi bunun nedenini saçlarının ince telli olmasına ve bir türlü uzamamasına yoruyorum. İnce telli saçlar çabuk yıpranır. Benim gür, siyah, dalgalı ve uzun saçlarımın aksine. Ve bir de babamla olan ilişkim var. Babamla kitaplar hakkında oturup uzun uzun konuşabiliriz. Ablamınsa kitaplarla arası pek iyi değildir. Bu yüzden babamla daha çok vakit geçirme şansına sahibim. Tüm bunlar kızkardeşinizden nefret etmeniz için yeter de artar bile sanırım.
Tommy mutfağa girip tahta atının kırıldığını söyledi ve ağlamaya başladı. Annem de ona bebek bakıcılığı yapmam için beni dışarı yolladığında sevinerek kardeşimin elinden tutup evin güllerle dolu ön bahçesine çıktık.
"Baksana Alice. Bacağı yerinden çıktı," dedi Tommy yaşlı gözlerini öpülesi bir masumlukla üzerime dikerken. Yüzü öyle sevimliydi ki bronz rengi karmakarışık saçlarını okşamadan edemedim.
"Üzülme ufaklık. Ver onu bana. Alice şimdi atını tamir edecek."
Atı elime alıp çıkan bacağı bir süre yerine takmaya çalıştım. Bir şey yerinden oynadığı zaman bir türlü eskisi gibi sağlam olmazdı. Neyse ki uzun çabalarım sonucu biraz eğreti de olsa parça yerine oturdu.
"Sen şimdilik bununla idare et. Babam döndüğünde onu yerine sabitleyecek yapışkan bir şeyler buluruz."
Babam çoğu zaman işleri yüzünden kasabaya bir iki saat uzaklıktaki şehir merkezine gider ve belki birkaç gün orada kalırdı. Eğer uzun uzadıya kalırsa döndüğünde getirdiği kucak dolusu hediyelere bayılırdık.
Tommy oyuncak atı elimden kapıp zıplaya zıplaya uzaklaştı. Yüzündeki gülümseme memnun olduğunu gösteriyordu. Oğlanlar gürültücü olsalar da onları idare etmek zor bir şey değildi.
Etrafıma bakınıp akşama kadar beni uyalayacak bir şeyler aradım. Ablamın mutfakta işi bittikten sonra saatlerce odasında süsleneceği kesindi. Bu yüzden bir süre onun odasından güvenli mesafede uzak olacaktım. Gül çalılarının yanına gidip birkaç dikenli dal kopardım. Akşam için belki saçlarıma takacak bir taç yapabilirdim. Yanlış anlamayın. Dikiş dikmeyi sevmem. Evliliği aptalca bulurum. Hayatımın sonuna kadar da evlenmeyi düşünmüyorum. Yaşadığımız kasaba kuralları içinde evlilik yaşım çoktan gelmiş olsa bile.
İş çiçeklere gelince. Çiçekleri herkes sever.
Birkaç dalı uç uca getirip birbirine dolamaya başladım. O yuvarlağa ne deniyordu? Hani geometriden anlayan adamların söyleyeceği cinsten. On yedi yaşındaysanız ve babanızın toprakları varsa çiftliğinize gelen yardımcı öğretmenler size geometriden bahseder. Ablam gibiyseniz o öğretmenleri umursamazsınız. Çünkü ev işi ve yemek yapıp bebek bezi değiştirirken geometri işinize yaramaz. Ama ben umursadım. Aklıma getirmeye çalıştığım sözcük yuvarlak kafamı sarması için tacın şeklinin daire biçiminde olması gerektiğiydi.
Daire.
Bir dal inatçılığıyla bükülmezken tam tacı ahırdan bulacağım iplerle sağlamlaştırmayı düşündüm ve dikenlerden biri parmağıma battı. İnleyerek bir elimle yuvarlak tacı tutarken diken batan parmağımı havaya kaldırdım.
Kan.
Koyu kırmızı bir damla kan parmağımdan süzülüp elimdeki dairenin içine düştü ve toprağa karıştı. Önümde yaşanan ufak tesadüf normal bir insanın önemsemeyeceği bir şeyken beni şaşkınlıktan hareketsiz bıraktı. Ah şu annemin ailemizin cadıların kızları olduğu saçmalıkları. Bu şeylerden nefret etsem de gelip beni buluyordu işte. Yani kim bir cadı olmak ister ki? Geleceği görmek, kötü şeyleri önceden sezmek, insanların yaydığı ısıyı hissetmek, eşya ve hayvan iletişiminin sınırların ötesine geçmesi. Hayır, hayır. Ben bunların hiç birini istemiyorum. Ben satırların arasına sıkıştırılan sözcüklerin mantıklı bir sırayla dizilip size anlamlı şeyler söylemesini seviyordum. Gerçek hayattan.
Yine de tedirgindim. Dairenin içinden geçen kan etrafınızda kötü bir şeylerin yaşanacağını işaret eder. Ölüm gibi. Hatta daha kötüsü gibi.
Kendi kendime sinirlenip parmağımı dudaklarımın arasına götürdüm ve kanı emip yere tükürdüm. Elimdeki aptal tacı bir köşeye fırlatıp koşar adım eve girdim. Ablamın kendi elbiselerini denedikten sonra benimkileri talan etmek için odama gelmesi umrumda değildi. Akşam yemeğine kadar yatağımda tembel tembel yatmak istiyordum. Tüm bu cadı saçmalıklarından uzakta.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cadı ve Avcı
WerwolfNot: Sayılar ön yargınız olmasın. Her şey eski bir kitapçıda yaşanan küçük bir tesadüfle başladı. Ve geleneksellikle modernliğin yüzyıllardır mücadele ettiği bir kasabada bulunan Taylor çiftliğinde sona erdi. Alice Taylor, okuduğu kitaplarda her ne...