Gözlerimi ağustos ayının sıcak olacağı her halinden belli olan günlerinden birine açtığımda terden saçlarım alnıma yapışmıştı. Üzerimdeki yorganı bir kenara fırlatıp, hava ne kadar sıcak olursa olsun yorgansız uyuyamıyorum, yataktan doğruldum ve baş ucumdaki komodinin üzerinde duran bir bardak suya uzandım.
Sudan birkaç yudum içip gözlerimi bardağın üzerine çizilmiş desenlerde gezdirirken aklım hala masanın üzerinde duran gül tacındaydı. Oradaki varlığı ruhuma adeta ağırlık yapıyordu. Zihnimde ihtimalleri tartıyordum. Ablam benim herhangi bir eşyamı dışarda unutmuş olabileceğimi düşünüp odama getirmek şöyle dursun onu sırf ben üzüleyim diye ya saklar ya da gizliden gizliye çöpe atardı. Oğlanlarsa yaşlarından ötürü buldukları her şeyi kurcalayıp kullanılamaz hale getirmeleriyle meşhurdular. Belki de bunu yapan annemdi. Dünkü telaşını düşündükçe bu ihtimal de diğerleri gibi gözüme zayıf gözüktü.
Düşünmeyi bırakıp bardağı yerine koydum ve ayağa kalkıp üzerimdeki gecelikleri çıkardım. Havaya uygun mavi bir elbise giyip saçlarımı topladım. Okulu özlemiştim. Gerçek anlamda özlemiştim. Yaz tatilinde günler birbirinin tıpkı aynısı gibi geçiyordu. Sabahları erken uyanıp telaşla hazırlanmayı ve babama öpücüğünü verip kasabanın biraz dışında kalan okuluma doğru yola koyulmayı istiyordum. Okulun ilk günü en yakın arkadaşım Monica'yla birbirimizin ellerini tutar ve çığlık çığlığa sarılırdık. O tatillerini şehirdeki halasıyla geçirdiği için bana göre anlatacak daha çok şeyi olurdu. Bu sene lisenin üçüncü sınıfına başlayacaktık. Birlikte kurduğumuz üniversite hayallerine bir adım daha yaklaşmıştık.
Odamdan çıkıp banyoya girdiğimde kulaklarım tanıdık gürültüler aradı. Televizyondan yayılan bangır bangır çizgifilm sesi, kahvaltı hazırlıkları ya da çocuk ağlamaları. Bu sabah bunların hiç biri yoktu. Onun yerine evin içini huzurlu bir sessizlik kaplamıştı. Saate henüz bakmamıştım ama anlaşılan sandığımdan daha erkendi. Dün akşam ben yattıktan sonra kim bilir daha ne kadar oturup çene çalmışlar, Claflin ailesi ne zaman arabalarına binip çiftlikten uzaklaşmışlardı. Onların yatıya kalmadıklarını ümit ettim.
Ablam henüz uyanmadığından banyoda kapılar tekmelenmeden geçirdiğim dakikaların keyfini çıkararak dişlerimi fırçaladım ve saçlarımı bozup tekrar yaptım.
Diğerleri uyansaydı kapının arkasından "Alice, çişim geldi. Alice, hemen çıkmazsan seni öldüreceğim. Alice, sanırım altıma yaptım," gibi sonsuz bağırış çağırışlar yükselirdi.
İşimi bitirip banyodan çıktım ve merdivenlerden inip dış kapının önüne her sabah saat beşte bırakılan günlük gazeteyi alıp mutfağa geçtim. Gazeteye göz gezdirirken küçük kasabamızdaki yaşanan küçük olayları düşündüm. Her gün manşette gazete dağıtan çocuğun bisikletinden düşüp bacağını kırması ya da freni bozuk bir arabanın komşularımızın bahçe çitlerini bozması gibi sıradan haberler bulunurdu.
Mutfağa girmemle burnuma değişik bitki kokularının birbirine karışımı gibi bir koku doldu. Gazeteyi bırakıp ocağın başında dikilmiş anneme döndüm.
Annem çoğu zaman mutfaktaki odun ateşiyle ısınan ocağı kullanır, odun ateşinin yemekleri daha lezzetli yaptığını söylerdi. Şimdi ise tüm lezzetleri bir kenara bırakıp elektrikli ocağın başında bir şeylerle uğraşıyordu.
Beni görmeyi beklemediği belli olarak dalgın dalgın "Günaydın Alice," diye mırıldandı.
"Günaydın anne. Ne o? Hasta çorbası falan mı?"
Başını iki yana salladı. "Koruma büyüsü."
Annem sanki bu normal bir şeymiş gibi söylerken ben de sakinliğimi korumaya çalışarak yanına gittim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cadı ve Avcı
WerewolfNot: Sayılar ön yargınız olmasın. Her şey eski bir kitapçıda yaşanan küçük bir tesadüfle başladı. Ve geleneksellikle modernliğin yüzyıllardır mücadele ettiği bir kasabada bulunan Taylor çiftliğinde sona erdi. Alice Taylor, okuduğu kitaplarda her ne...