Rüya görmeyi sevmem. Çünkü gördüğüm rüyalar hep saçma sapan olur. Uyuduğumda hiçliğin beni ele geçirmesini isterim. Rüyalar her zaman beni rahatsız eder. Mesela devasa bir kutu dondurmanın üzerinde oturup dondurmaya bir türlü ulaşamadığımı gördüğüm olmuştur. O gün Tommy ve iki yandaşının hepimize alınan dondurmaları gizlice mideye indirmelerinin bu rüyada etkisi var mı bilmiyorum. Canım dondurma istemiş ama yiyemeden uyumuştum.
Bazı rüyalarımda ise bir kutu dondurmadan daha karmaşık şeyler olur. Böyle gecelerin ardından kendimi sanki hiç uyumamış gibi hissederim.
Aynadaki yansımama bakarken tüm gece boyunca gördüğüm rüyaların adeta yüzüme ve bedenime yayılan izlerine baktım. Omuzlarım çökmüş, göz altlarım morarmış ve rengim bir kül kadar beyazlamıştı. İç çekip odamdan çıktım ve kimseye rastlamamak için çabucak ahıra girdim. Her zamanki saman ve hayvan kokusununun beni bu kadar güvende hissettirmesine şaşırarak midillimin düne kadar ona ait olan bölmesine girdim. Sam başka bir tarafta atlardan birinin tüylerini tarıyor ve kendi kendine söyleniyordu. Sesi kulaklarıma gelse de ne dediğini anlayamayacak kadar dalgındım. Bu küçücük yer midillim olmayınca bomboş kalmıştı. Bir köşeye geçip yumuşak samanların üzerine oturdum ve eteğimin örtmediği çıplak bacaklarımı düz bir şekilde uzattım. Ayaklarımda en sevdiğim pembe kurdelalı babetlerim ve içinde de beyaz dantelli çoraplarım vardı. Boş midem guruldasa da pek iştahım olduğu söylenemezdi. Bir süre ayakkabılarımı birbirine vurarak zaman geçirdim ve bacaklarımdaki yara bereleri saydım. Kendimi her zaman ordan oraya attığım için vücudumda pek yara eksik olmazdı.
Birkaç ayak sesi ahıra girdiğinde çıkardığım gürültüyü kesip bekledim. Gelenler konuşmalarından anladığıma göre babam ve Will'di. Babam her zaman çevresindeki insanları kendine çeker. Yanında olduğunuzda sizi güldürür ve iyi hissettirir. Bu yüzden yerimden kalkıp yanına gitmek ve ona sarılmak istedim. Ama yanında o olduğu için bu fikirden vazgeçip sessiz kalmaya devam ettim. Ta ki babam adımı seslenene kadar. Ona kesin burada olduğumu Sam söylemişti. Sam ahıra gün boyunca giren sinek sayısını bile bilirdi.
"Buradayım," dedim beceriksizce ayağa kalkarak. Üzerime yapışan samanları silkelemeye çalışırken onların da karşıma dikilmesi pek zaman almadı.
"Burada ne yapıyorsun tatlım?"
"Atımın yasını tutuyorum," demek istedim ama bunun yerine "Hiç," diyerek geveledim. Canım pek konuşmak istemediğinde gevelemek gibi kötü bir alışkanlığım var.
"Sana bir sürprizim var. Moralini yerine getirmek için şehre gitmeye ne dersin?"
"Şehre mi?" Babamın ne dediği yeterince belli değilmiş gibi gözlerimi açıp saf saf sordum. Yani böyle bir teklif beklemiyordum. Daha çok Sam'le karşıma geçip hayvanı başıboş bıraktığım için bana kızmalarını beklemiştim. Ne de olsa onun başına gelenlerden ben sorumluydum.
Yaz boyunca kasabadan dışarı çıkmamıştım ve bu fikir o anlık gözüme cazip göründü. Bakışlarımı babamdan Will'e çevirdiğimde baş döndürücü bir şekilde gülümsedi. Ona aynı gülümsemeyle, biraz daha az baş döndürücü çünkü bu defa ben yapıyorum, karşılık vermeye çalıştım. Hava bunaltıcı derecede sıcak olmasına rağmen üzerinde siyah bir gömlek vardı ve gömleğin bir kısmı pantolonunun dışındaydı. Saçları başının üzerinde özgürlüklerini ilan etmiş gibi duruyordu. Bu haliyle baştan savma bir büyüleyiciliği vardı. Benden cevap beklediklerini fark edip başımı salladım.
Babam "O halde sen gidip hazırlanırken ben de arabayı hazırlayayım. Bizi çok bekletme."
"Tamam," diyerek onları geride bırakıp hızlı adımlarla dışarı çıktım. Acaba bizi derken kimi kastetmişti? Annem, kendisi, altı oğlan kardeşim ve ablamdan oluşan Çin ordusunu mu? Yoksa sadece Will'le ikisi mi? Ayrıca sinirlerim Ella'yı göremeyecek kadar gergindi. Sırf onunla yüz yüze gelmemek için sabah kahvaltıya bile inmemiştim. Çıkardığı mektup faciası ve onun cadı olmadığını öğrendikten sonra gözlerine bakarsam kendimi tutamayıp üzerine saldırmaktan korkuyordum.
Elbise dolabımın başına geçip ceviz kapakları açtığımda dolabın içi gözüme boş gözükse de, çünkü sahip olduklarımın yarısından fazlası Ella'nın dolabındadır, askılıklardan toz pembe, etekleri fileli elbisemi çıkarıp üzerime geçirdim ve başıma da elbisemle aynı renk şapkamı taktım. İşim bittiğinde hikaye kitaplarından fırlamış bir Polyanna gibi gözükmüştüm.
Bahçede duran arabaya doğru yürüdüm. Annem, Ella ve oğlanlar benden önce arabanın başına üşüşmüştü.
Babam bana çabuk ol işareti yaptığında adımlarımı hızlandırıp yanlarına ulaştım.
Ablam "Ben de onlarla gitmek istiyorum," diye söylendi. Sesi tıpkı Tommy'nin istediği bir şey olmayınca çıkardığı tonda geliyordu. "Olmaz," dedi annem ablamın elini tutup. Sanki elini tutmasa arabaya atlayacaktı. "Bizim senle düğün için yapmamız gereken hazırlıklar var. Zaman kaybedemeyiz."
"O gidiyor ama." Ablam başıyla beni işaret etti.
"Çünkü gelecek ay o evlenmiyor."
Oğlanlar hep bir ağızdan ağlamaya başlamıştı. Babam onları susturup "Kusura bakmayın çocuklar. Eğer hepiniz gelirseniz arabaya sığmayız. Aranızdan iki kişi gelirse haksızlık olur. En iyisi hiç biriniz gelmeyin," diyip kahkaha attı.
Ailemizde en küçük şeyler bile olay çıkmadan ya da birileri memnun olmayıp ağlamadan gerçekleşmezdi. Daha fazla zaman kaybetmeden direksiyon başında oturan babamın yanındaki yolcu koltuğuna yerleşip kapıyı kapattım.
Ben "Hoşçakalın," diye bağırırken babam çoktan arabayı çalıştırıp çıkış kapısına doğru yol almaya başlamıştı. Ben genellikle kendi kasabasından dışarı adım atmayan biri olduğum için böyle küçük yolculuklar bile beni heyecanlandırırdı. Evet, tam bir aptalım.
Oturduğum kapının camını döner kulpla sonuna kadar açıp şapkamı çıkardım ve rüzgarın saçlarımı dağıtmasına izin verdim. Acaba eve döndüğümde Ella ve oğlanlar kendilerinin katılamadığı bu geziye benim gittiğim için bana karşı nasıl bir suikast planı düzenleyeceklerdi? Her neyse. Şimdilik bunları düşünmek istemiyordum. Can güvenliğim için dönüş yolunda endişelenirdim. Eski motorun çıkardığı homurtular kulaklarıma dolarken gözüm dikiz aynasına çarptı. Tanrım, tüm karmaşanın arasında onu tamamen unutmuştum. Will, ahırda gördüğüm haliyle arka koltukta oturmuş, aynadan doğruca gözlerimin içine bakıyordu. Dikdörtgen aynaya yansıyan görüntüsü bile nefesini kesmeye yetmişti. Acaba babam arka koltukta bir tanrı ya da ona benzer bir şey taşıdığımızın farkında mıydı? O orada otururken ön koltukta olduğum için kendime kızdım. Keşke ben arkada oturup onun saçlarını ve omuzlarını falan birkaç saat izleyebilseydim. Hem açık camdan içeri dolan rüzgar belki kokusunu burnuma getirirdi. Hiç bir sıfatın niteleyemeyeceği kadar güzel ve farklı olan kokusunu.
Gözlerimi zoraki aynadan alıp camdan dışarı çevirdim. Kasaba evleri çoktan bitmiş, önümüzde iki yanı ağaçlarla çevrili bakımsız toprak yoldan başka bir şey kalmamıştı. Dümdüz ilerliyorduk, babam radyodan cızırtılı bir kanal açmış, daha önce hiç duymadığım bir şarkıya eşlik ediyordu.
Her ne kadar manzaraya odaklanmaya çalışsam da Will'in arka koltukta oturduğu gerçeğinden başka bir şey düşünemiyordum. Bana bakan gözleri, benimkilerin iki katı elleri ve beni gördüğünde dudaklarının bilmişçe gülümsemesi. Sanki üzerimde yarattığı etkinin farkındaydı. Ya da sanki benim için en güzel kitap satırlarından yaratılmıştı. Gerçek olduğunu idrak edemeyeceğim kadar güzeldi. Bir sabah yatağımda uyanıp tüm bunların, onun bir rüya olmasından korkuyordum. Belki de canımı bir rüyanın yapamayacağı kadar çok acıtacaktı. Bir sabah uyanacaktım ve William çiftlikten çoktan gitmiş, kendi dünyasına doğru yola çıkmış olacaktı.
Sadece bir şeyden emindim. Ağustosun eylüle yaklaştığı sıcak bir yaz gününde, babamın hurda arabasında şehre doğru yaklaşıp kurdelalı ayakkabılarımın uçlarını birbirine vururken, bakmak istemesem de dikiz aynasından gördüğüm genç adama, William Black'e aşık oluyordum.
Devam edelim mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cadı ve Avcı
LobisomemNot: Sayılar ön yargınız olmasın. Her şey eski bir kitapçıda yaşanan küçük bir tesadüfle başladı. Ve geleneksellikle modernliğin yüzyıllardır mücadele ettiği bir kasabada bulunan Taylor çiftliğinde sona erdi. Alice Taylor, okuduğu kitaplarda her ne...