[Simply Three - Rain]
Apartmandan dışarıya çıktığım andan itibaren yağmur damlaların hedefi olmuştum. O kadar sert ve sıkı yağıyordu ki sokak neredeyse görülmüyordu. Şemsiyemi açmaya çalışırken bir anda elimden düşüp rüzgârın etkisi altına girmişti ve yokuş boyunca sürüklenip gitti.
Şemsiye sürüklenip giderken ben orada kala kalmıştım, elimle yüzümü sinirle sıvazlayıp küfür mırıldandım. Sinirimin etkisiyle, yağmura meydan okurmuşcasına; ıslanmayı umursamadan yokuştan aşağı indikten sonra mahalleden çıkıp caddeye geldiğimde şemsiyeye bakındım, onu yolun ortasında yırtılmış ve kırılmış bir şekilde gördüğümde elimle alnıma bir şaplak attım.
"Aptal! Aptal şemsiye."
Ve şemsiyenin üzerinden araba geçti. Arkasından bir tane daha. "Daha kötü bir beddua edemezdim..." Şemsiyeyi yolun ortasında bırakıp artık okula gitmem gerekiyordu. Durağa vardığımdan birkaç dakika sonra otobüs geldiğinde cam kenarına geçip oturdum, yaklaşık beş dakika sonra okula varmıştım. Okul normalde yakındı ama yürümek işime gelmiyordu bazen, bu yüzden otobüs tercihimdi. Okula vardığımda merdivenden koşar adımlarla tırmanıp kapıyı ittirdim ve kendimi içeriye attım. Sınıfa çıkıp ıslanmış olan montumu askıya asarken aynı zamanda sınıfı süzerken istemsiz yüzüm buruştu.
Lanet olası varlıklar.
Ayşen yüzünü buruşturup yanıma geldi. "Banyo yapıp, kurulanmayı mı unuttun?" deyip boş bir kahkaha attı. Göz devirdim.
"Tanrı'nın sana verdiği beyni alıp, kullanmayı mı unuttun?" Kahkahası bir anda kesildiğinde elimle onu yana ittirip sırama yerleştim. Geri zekâlı insanların, nesli tükenmesi gerekirken çoğalıyorlar mıydı? Desene işimiz var...
Islak saçımı bileğimdeki tokayla bağlayıp saçma sapan bir topuz yaptıktan sonra kulaklığımı cebimden çıkarıp kulağıma yerleştirdim. Uykusuzluğun verdiği yorgunlukla kafamı sıraya gömüp uyumaya çalıştım ama ne kadar yorgun olursam uyuyayım bir türlü tekrar uyuyamıyordum ve bu beni deli ediyordu.
Yanımda bir hareketlilik hissetiğimde kafamı kaldırdım. Beril de aynı benim gibi baştan aşağı ıslanmıştı, burnu ve yanakları soğuktan olsa gerek kızarmıştı, ellerinin de yüzünden farkı yoktu ama benden tek farkı şemsiyesinin sapasağlam oluşuydu. Şemsiyesini kurutmak amacıyla açık bir şekilde yere koyup montunu askıya astı ve benim gibi saçını toplayıp yanıma oturdu.
"Şemsiyen yaşıyor gibi. Pekâlâ sen?" Boğazını temizleyip bana döndü.
"Şemsiye beni buraya kadar sürükledi! Ben mi onun şemsiyesiyim, o mu benim şemsiyem belli değil!" deyip eliyle yüzünü sıvazladı.
Sınıfa hoca geldiğinde sınıftaki uğuldu kesildi. Biz de önümüze dönüp yoklamayı dinlemeye başladık. Dersin sonuna kadar kendimi dinlemeye zorlasamda dinleyemiyordum, çünkü ders o kadar boktan ve sıkıcıydı ki kendini hemen soğutuyordu ve dinleyesim gelmiyordu işte. Saatler gibi süren dakikaların sonunda zil çaldığında herkes rahatlamış şekilde gerilirken benim tek yaptığım yağmurun durup durmamasını pencereden kontrol etmekti.
Ne yazık ki kıyamet koparcasına yağmur yağıyordu ve duracağa benzemiyordu. Beril'in birden kolundan tuttuğumda irkildi. Korkmuş bir şekilde bana döndüğünde ruhsuzca ona baktım.
"Bugün sağ çıkamayabilirim." Gözlerini kısıp beni süzdü ve düşünüyormuş gibi yaptı. "Annen yine mi azarlayacak, ben de geleyim mi? Ben varken azarlayamıyor ya seni." Elimle alnıma şaplak attım. İşaret parmağımı pencereye doğru yönelttim. "Yağmur yağıyor ya hani." Anladığına dair sesler çıkardığında kafasını yan tarafa çevirdi. Tekrar bana dönüp yaklaştı ve fısıltıyla "Alkan'la gitsene. Onun da şemsiyesi var," dedi. Alkan'la evlerimiz yakın olduğu için onunla gidebilirdim sanırım.
Gözlerimi Beril'in hizasından çekip arkaya bir bakış attım. Gözlerimi ondan ayırmadan konuşmaya devam ettim. "İzin verir mi ki?" Onaylar şekilde mırıltılar çıkardığında önüme döndüm. Alt dudağımı dişlerken tırnaklarımı parmaklarıma geçiriyordum. Şemsiyenin altında yan yana yürüyecektik ve aramızda bilmem kaç santimetre olacaktı. Normalde dizi veya film izlerken romantik gibi dururdu ama gerçekte öyle değildi. Hoşlanmasam da kalbimin yerinden fırlayacağına adım gibi emindim ama yapacaktım.
Ölmezsem... Yani derslerden...
Derslerin başında dinç gibi olsamda ortalara doğru mayışıyordum ve sonu uyuklama oluyordu, Beril beni her teneffüs uyandırmaktan gına geldiğini belirtip durmuştu.
Normal derslerimiz -yani inek öğrencilerin dersi- bitmişti ama asıl şimdi zorunlu -tembel öğrencilerin, yani bizim girdiğimiz- derslerimiz vardı. O zorunlu derslerden çıkamıyordun, devamsızlık bile yapamıyordun. Uyuklamak yasaktı, dersi kaynatmak kesinlikle yasaktı. Cezası ağır oluyordu... Okulun yarısı evine dönmüştü ama biz ders işlemeye devam etmiştik. Zorunlu dersleri yarı uyuklayarak geçirmiştim; gözlerim açıktı lâkin içten içe uyuklamıştım.
Ama sonunda o dersleri de atlatmıştık. Herkes yorgunlukla ayaklanıp sınıfı boşaltıyordu, ben de çoktan kurumuş olan montumu giyinirken gözlerim Alkan'ı aradı. Beril fazla beklemeden gitmişti ve ben sınıfta onunla tek kalmıştım. Dışarıya çıkana dek dudağımı kemirip durmuştum ve en sonunda dışarıya çıktığımızda bir anda yanında belirip konuya giriverdim. "Yağmur yağıyor ve ben bu sefer ıslanmak istemiyorum. Rica etsem şemsiyeni ortak kullanabilir miyiz?"
Kaşlarını çatmış beni süzüyordu ve gözlerini benden çekmeden elindeki kapalı şemsiyeyi bana uzattı. "Ama... sen?" İşaret parmağını yukarıya doğru kaldırdı. İşaret parmağıyla beraber benimde kafam yukarıya kalkmıştı. Utançla gözlerimi sımsıkı kapatıp şemsiyesini ona geri uzattım.
Tanrım... Yağmur çoktan dinmişti...
Şemsiyeyi bana bakmadan geri aldığında beklemeden adımlarını hızlandırdı ve yanımdan geçip gitti. Kafa karışıklığımla ne olduğunu çözmüş değildim. Olay çözülmüştü fakat kafamın içindeki saçma karışıklık çözülmemişti. Ne içiyordum ben sabah sabah? Neden hiç havaya bakmamıştım ki? İçimde ne yaşadığıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Kafa karışıklığıma bir çözüm bulamayacağımı kabul edip yürümeye devam ettim.
Yanağım ufakça ıslandığında gözümü sildim.
Şansıma bir küfür mü mırıldanmalıydım yoksa kafamı delicene bir yere mi sürtmeliydim? Şimdi gidip yine diyemezdim, 'Pardon iki kez rahatsız ediyorum ama şemsiyeni ortak kullanabilir miyiz?' diye... Elimle alnıma bir şaplak daha geçirdim.
"Ne yapıyorsun kendi kendine?" Deliriyorum, sen?
Kafamı kaldırdığımda aramızda birkaç adımlık yer kaldığını gördüm; kısılmış gözleriyle bana bakıyordu. "Hiç. Şey diyorum, acaba..." Cümlemi bitiremeden yanıma gelip şemsiyeyi ortamıza doğru tuttu, böylece ben de artık ıslanmıyordum. O yürümeye başlayınca ben de ona ayak uydurdum.
Umarım beni aptal bir âşık olarak görmezdi... Genelde izlediğim dizilerde kız âşık olduğu için aptallaşırdı ve konuşurken saçma sapan cümleler kurardı. O kızlardan biri olarak düşünürse beni eğer, kafamı duvara sürtüp suyunu çıkartmak isteği ile dolar taşardım. Bunu yapardım. Gerçekten.
Ama öyle olmadı, evime geldiğimde beni bırakıp kendi evine gitti.
Buraya gelene kadar tek çıkan ses ayak seslerimizden ve yağmur damlalarının sesinden başka bir şey değildi. Apartmana girdiğimde yine yaşlı teyzeyle göz göze geldim. Yüzünü buruşturmuş şekilde beni süzdü. Bir şey söylemesine fırsat vermemek için asansörü bile beklemeden direkt merdivenlere yönelip ikişer üçer adımlarla evin kapısına geldim.
Montumun cebinden anahtarı çıkartıp kapının deliğine soktum, kilitli olduğuna göre annem evde değildi. Kapıyı arkamdan kapatıp odama geçiş yaparken çantayı rastgele bir yere fırlattım. Aynı zamanda kendimi de yatağa atmıştım, yorgunluk beni ele geçirmişti ve aylardır üstümden atamıyordum. Bendeki yorgunluk bedenen değildi, ruhendi. Bu, en beteriydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
surly II
Teen FictionHiç inanmazdım, paralel evren zırvalıklarına. [Subsidiary Role I]