[Indila - Ainsi bas la vida]
İki ay sonra
Günlerdir yağan karı durduran hiçbir şey yoktu, durmadan, sicimle yağıyordu. Kirli gri bulutların arasından birbirlerine katiyen değmeden yere iniyor ve biriken kar havuzuna düşüyordu. Binanın çatısız teras katına çıktığımda gökyüzüne yakın olmam ve karı daha net görebilmem huzurlu hissettirmişti. Kollarımı kısa duvarlara koyup rüzgarın tenimi delip geçmesine izin veriyordum. Baştan aşağı siyah giyinmiştim ve bu karlı bir kış mevsimine meydan okur gibiydi. Tabii bu, akşam vakti olduğundan pek de meydan okumak sayılmazdı.
Siyah paltom, siyah atkılarım ve siyah kalın beremle karanlıkla bütünleşirken aynı zamanda beyaz karın sınırından ayrılıyordum.
Kızarmış parmaklarım, buz tutmuş duvarlara yapışmış gibiydi ya da uyuştuğu için hareket etmiyordu ama ne olursa olsun mazoşistce huzurlu ve dinlenmiş hissediyordum, hiç olmadığım kadar hem de. Sanki beyaz masum kar, kirli siyah düşüncelerimin üzerine yağmış ve onlarla birlikte erimişti. Geriye ise sadece grileşmiş su birikintisi kalıyordu.
Arkamda bir hareketlilik hissettiğim an hafif irkilmiştim ama dönüp de kim diye bakma isteğim yoktu. Şu anki keyfimi hiçbir şey bozamazdı. Büyük ihtimalle ya ev sahibiydi ya da herhangi bir dairede oturan biri.
"Buz kütlesine mi dönmek istiyorsun?" Soğuktan olsa gerek boğuk sesi içimde bir şeyleri harekete geçirmişti. Oysa, kalbimin de az önce donduğunu sanıyordum. "Sanırım evet."
Sesli nefes verdiğinde arkamı dönecektim ki yanıma gelip benim gibi kollarını duvara yasladı ve net bir şekilde gözüken ışıl ışıl parlayan deniz manzarasında bakışlarını ağır ağır gezdirdi. Bu saatte evinde olması gerekirken bu binaya çıkacak kadar üşenmediğine göre, bir şey söyleyecekti. "Daha ne kadar susacağız?"
Daha ne kadar, susacağız?
"Gelen sensin." Ona yandan bakıyordum ama o sadece manzarayı inceliyordu, sanki soyutlanmıştı. "Gideceğim." Bu sefer manzaraya değil bana, tam gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinde anlayamadığım tuhaf bir duygu besleniyordu sanki. "Gideceksen niye geldin?" diye alayla sorduğumda başını manzaraya doğru çevirip hafifçe güldü. "Bu sene bittiğinde gideceğim Esin. Üniversite için yurt dışına çıkacağım. Şimdiden gidip iş bulur bulmaz çalışmam lazım." Gideceğini biliyordum ve yaz tatilinde burayı özleyeceği için geleceğini de. Bunları çok önceden de söylemişti.
"Ve... Yaz tatilinde de çalışacağım için geri gelmeyeceğim. Annemle babam benim yerime gelip beni ziyaret edecekler, abim de zaten gelir onlarla. Belki dört, bilemedin beş yıl sonra İstanbul'a geri dönerim."
Onlarca hatta milyonlarca camı aynı anda yere düşürmüş gibi hissetmiştim, sanki birkaç cam parçası parmaklarımı kana bürümüştü. Gökten yağan kar artık ne beyazdı gözümde, ne de eskisi kadar masum. Her şey karanlık siyahına takınmış, kör etmişti hislerimi. "Gelmeyecek misin? Hiç?"
"Dört yıl sonra." Benimle dalga mı geçiyordu? "Belki de beş değil mi? Belki canın hiç istemez gelmek. Bunu neden bana söylüyorsun ki? Beril'le ben senin için hiçbir şey ifade etmiyoruz. İfade etseydik gitmezdin." Sinirlenmiştim. Onun gitmesi beni bu kadar ilgilendirmemesi gerekiyordu, bunca zamandır ona alışmış mıydım cidden? Zaman hızlı geçiyordu, daha dün onun adını sürekli karıştırırken ve aylarca İzmir'e anneannesinin yanına kalmaya gittiğinde hiç aklıma gelmeyen çocuğun şimdi yurt dışına çıkmasına bu kadar kafa yormam tuhafıma gidiyordu. İstemediğim ya da elimde olmayan birtakım durumların kendiliğinden hareketlenmesi hiç, hem de hiç hoş değildi.
"Görüntülü konuşuruz ya da siz gelebilirsiniz belki."
"Alkan." Sinirle gözlerimi yumup alev alev yanan gözlerimi tekrar açtım. "Sorun bizim gelmemiz değil! Sorun senin--" gitmen.
"Her neyse! Zaten bizi bir süre sonra unutursun, biz de seni.""Gitsene artık evine. Uykum geldi, aşağı ineceğim." Seslice nefes verdiğimde soğuktan gözüken buhar havaya karıştı. Ellerini cebine sokup bakışlarını gözlerimde sabitledi, kaşları hafif çatıktı ve dudakları bir şey söylemek için titredi ama hiçbir kelime dökülmedi. Konuşmasını bekledim, bir şey söylemesi için. Bazen, ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda kelimelere ihtiyaç duyardım. Yalnızca birkaç kelime.
Yalnızca bir kelime dahi olabilirdi.
Bana doğru yavaş ve sessizce ilerlediğini sonradan idrak edebildim, dalmıştım. Ellerim artık o kadar uyuşmuştu ki titremiyordu bile. Tam önümde durduğunda kaşlarımı çattım, tam dudaklarımı aralayacak ona öfkemi kalkanlaştıracaktım ki beklemediğim anda bana doğru eğildi.
Dudaklarımızın arasında santimler kala aniden durdu ve gözlerini açıp gözlerimi süzdü. Yoğunlaşan göz bebekleri dudaklarımın titremesine sebep oluyordu. Sanki göğüs kafesim parçalanıp kalbime batırmıştı kemiklerini. Hava bilmem kaç derece altındaydı bilmiyordum ama şu an vücudum tam anlamıyla yaz mevsiminin en kavrulmuş sıcak günleri gibiydi. Resmen yanıyordum. Beremi ve atkımı bir tarafa fırlatasım gelmişti, terden ölüyordum. Tanrı aşkına, kış mevsimindeydik!
"Hâlâ beni unutabileceğini düşünüyor musun? Ben şu saatten sonra istesem de unutmam." Geri çekildiğinde kaşları gevşedi. Sessizce aşağı inip gittiğinde tek başıma kalmıştım. Kaşlarım hâlâ çatıktı. Bereyi başımdan sıyırıp elimle sıktım. Şaşkınca, terli elimi açık kalmış ağzıma götürüp nefesimi düzene sokmaya çalıştım.
"O, ne... Ne..."final yaklaşıyor😌
ŞİMDİ OKUDUĞUN
surly II
Teen FictionHiç inanmazdım, paralel evren zırvalıklarına. [Subsidiary Role I]