10.06.1986
"Kolyeni neden takmadın Yoongi?"
Youngjae'nin bu sorusu karşısında kaşlarını çatarak elini boynuna götürdü Min Yoongi.
"Takmıştım."
Boşluk hissi midesini karıncalandırdı, afalladı. Hızlıca ayaklarının dibine, yollara baktı. Karanlıkta bir şey görmesi mümkün değildi. Sokak lambalarının yaydığı cılız ışıkta Youngjae'yi bile zor görüyorken, tahtadan yapılma kolyesini görmesi imkansızdı. Karnında rahatsız edici bir ağrı baş gösterdi, kalbinin ritimleri bozuluyordu. Yine de Youngjae'ye omuz silkti.
"Sorun değil, yenisini alırım."
Bu tepki karşısında oldukça şaşırmış görünüyordu Youngjae. Yaklaşık altı senedir tanıdığı arkadaşının daha bir kere olsun boynundan ayırdığını görmemişti o kolyeyi. Manevi bir anlamı olmalıydı, değerli bir şey olmalıydı onun için.
Ama şimdi yenisini alabileceğini söylüyordu, üstelik Daegu'da bir tane bile ona benzeyen kolyeden görmemişken. Anlam veremedi bu tavrına Yoongi'nin fakat bir şey de demedi. Zaten içtiği kokteyller nedeniyle midesi kötüydü, bir de Yoongi ile uğraşamayacaktı.
Omuz silkti. "Sen bilirsin."
Yoongi ellerini ceketinin cebine koydu, -yaz olmasına rağmen akşamları hava soğuk oluyordu- ardından iki katlı apartmanlarının demir giriş kapısını anahtarla açmadan önce Youngjae'ye iyi geceler diledi.
Youngjae karanlık sokakta kaybolurken annesine yakalanmamak adına olabildiğince sessiz davranarak içeri girdi.
Odasına vardığında ise derin bir nefes vererek kapıyı kapattı ve kilitledi.
Üzerindeki kıyafetlerden bir bir kurtulurken bir isim geçti aklından; Jeon Jungkook.Ondan geriye kalan tek şeyi de az önce kaybetmiş bulunuyordu ve bu neden canını yakmıyordu? Basit bir tahta parçası diye düşündüğünde kendinden utandı Min Yoongi. Ne ara trende geçirdiği korkunç günleri unutmuştu? Ne ara o günlerde onu koruyan çocuğu unutmuştu? Jeon Jungkook'un artık tam net hatırlayamadığı yüzü belirdi gözlerinin önünde.
On yedi yaşındaydı, aradan yedi yıl geçmişti, koskoca yedi yıl. Kendini böyle zavallıca teselli etti Yoongi.
Yanılıyordu, koskoca dediği o yedi yılın tek bir saniyesi bile Jungkook'u düşünmemişti. Sadece arada bir eli kolyesine gider, ancak o zamanlarda gelirdi aklına. Hayatı o kadar güzeldi ki, o berbat dönemlerde tanıdığı çocuğu silmeyi başarmıştı; hem hafızasından, hem de kalbinden.
Buraya geldikten bir hafta sonra okula başlamış, bir odaya ve aileye sahip olmuştu. Annesi onunla tıpkı öz evladıymışcasına ilgileniyor, oynuyor, dertlerini dinliyordu. Haftasonları babasıyla parka gidiyor, dondurma yiyordu. O günden bugüne kadar her şekilde isteği karşılanmıştı, karşılığında ise hiçbir zaman başarı elde edemediği dersleri yükselişe geçmişti. Annesi onunla gurur duyuyor, babası ise her yüksek not aldığında bolca harçlık veriyordu. Yoongi o eski günleri kesinlikle hatırlamak istemiyordu. Pencereden dışarı baktı Min Yoongi, hatırlamak istemediği günlerin arasına sıkışmış Jungkook'u görmek istercesine.
Jeon Jungkook ise bu yedi yıl boyunca sadece Yoongi'yi düşünmüştü. O da tam şu anda gökyüzüne bakıyordu. Fakat Yoongi'ninki gibi tertemiz bir pencereden değil, tahta parçalarının arasından. Yoongi gittikten hemen sonra bir çiftçi ailesi Jungkook'u görmüş ve kuvvetinin yerinde olduğuna kanâat getirdiklerinde ise onu evlatlık edinmişlerdi.
Tabiki 'evlatlık' sadece kağıt üzerinde geçen bir kelimeydi.Geldiği günden beri, yedi senedir, yapmadığı iş kalmamıştı. Bayan Byun için pazara gidiyor, sebzeleri ekip biçiyor, Byun çiftinin öz oğulları Baekhyun'u okuluna bırakıyordu; bunlar Bay Byun'un ona verdiği görevlerin yanında hiçbir şeydi.
Saman balyalarını ve yeniledikleri değirmen için kocaman taşları sırtlanıyor, ev ile değirmen arasındaki beş kilometreyi günde defalarca tepiyordu. Yetmezmiş gibi henüz dört yaşında olan Baekhyun'u formasını her gün ütülüyor, koca malikaneyi haftada iki kere baştan aşağı temizliyordu.Çok yoruluyordu Jeon Jungkook, çoğu geceler ağrıdan sızıdan uyuyamıyordu bile. O da gözüne uyku girmeyen her gece, ona verdikleri boş kulübeden -ah, aslında burası eskiden ahır olarak kullanılıyordu- gökyüzünü seyrederek Yoongi'yi düşünüyordu. Yedi yıldır bunu yapmaktan bir gün olsun vazgeçmemişti. Yoongi'nin kalbine bıraktığı kendi isminin çoktan unutulduğunu bilmeden, daha çok seviyordu her geçen gün.
Bu sefil yaşantısına katlanmasını sağlayan Min Yoongi idi, ondan kalan tek bir şeyi bile yoktu, yalnızca on yaşındaki hali vardı Jungkook'ta. Onu öyle iyi ezberlemişti ki, hâlâ dün gibi hatırlıyordu o bembeyaz teni, aydan daha güzel oluşunu.
Jeon Jungkook, onu unutan birini fazlasıyla seviyordu.
Okula gitme önerisini Bay Byun'a sunduğu gün yediği ağır tokattan sonra banyoyu temizlerken aşırdığı jiletle uzun süre oynamıştı. Bileklerine yaklaştırıyor, değdiriyor fakat kesemiyordu. Kesmesine engel olan tek şey; minicik bir umut kırıntısıydı. Min Yoongi'yi yeniden görebileceği konusundaki umudu. Yoongi'yi bulamadan ölmemeliydi, birbirlerine yeniden sarılmaya her gece daha da yaklaşıyorlardı, Yoongi de onu bulmak için çabalıyordu, buna emindi.
Ah, zavallı Jeon Jungkook bilmiyordu ki, unutulmayacak bir fedakarlık yaptığı çocuk onu ikinci günden unutmuştu. İçindeki umuda inanan çocuk tam bir umutsuz vakaydı.
Beklemedikleri bir anda, bir yıldız çokça parladı, hızlıca geri söndü. Bu yarım saniyelik ayrıntıyı ne Yoongi ne de Jungkook kaçırmıştı. Yoongi'nin gözleri doldu sebepsizce, yalınayak bir vaziyette koşarak sokağa indi.
Küçük taşlar ayağına batarken, zifiri karanlıkta yere çöktü, eliyle yoklayarak kolyesini bulmaya çalıştı sokakta. Kolyeyi bulunca göğsüne bastırdı, soğuk kaldırım taşına oturdu ve dakikalarca ağladı. Kolyeyi boynuna ilk ve tek kez Jungkook takmıştı, o kolyeyi yeniden takan Jungkook olmalıydı kendisine. Takmadı, pijamasının cebine koydu.
Jeon Jungkook belki de o kadar umutsuz vaka değildi.
▪
ŞİMDİ OKUDUĞUN
angelot, yoonkook
Short Storyrüzgara karışmış fısıltım gelirse kulağına, hatırla benim küçük meleğim seni sonsuza ve sonsuzluk kadar seveceğim