NOT: Bölüm İkinci Devre'nin ileri bir tarihini anlatmaktadır; bu bölümdeki tarihi ve bir süre sonra yayımlanacak olan Birinci Bölüm'deki tarihe dikkat etmenizi istiyorum, aksi takdirde kafanız karışabilir. Bu bölüm Birinci Devre'nin başındaki ''Kamber'' adlı giriş bölümü gibi ilahi bakış açısıyla yazılmış olup, İkinci Devre'nin Birinci Bölüm'ünden itibaren (Kitap göz önüne alındığında yirmi yedinci bölümden itibaren) gene birinci tekil şahısla anlatılacaktır. Hikâye birkaç bölümün ardından ve tabii ki öncelikle ''Selef'' bölümüne daha kapsamlı bir yön verdikten sonra genel bir final yapabilir; hikâyenin ucu ''Birinci Devre-Başlangıç'' bölümünde haddinden fazla açık olduğu için birkaç bölüm daha yazacak veya değerlendirmeye tabi tutup kendi kişisel dosyalarım yerine gene buradan devam edeceğim. Durum belirsizliğini koruyor. Genel finale veya devama kadar görüşmek üzere. İyi okumalar...
Tavus kuşu mavisindeki debdebeli su altı mağarası kalbinin orta yerinden yaralanmış, yarası karıştırılmıştı; onu yaralayan şey simsiyah gövdeli, başı altın işlemeli bir dikdörtgendi ve dikdörtgenin dört köşesinin dört ucunda da demir ağırlıklar vardı. Her girdabın bir merkezi olduğu gibi yılan gibi kıvrılan mağaranın merkezi de bu kutunun içindeki cam tabuttu; tabutun içi madden boş, manen doluydu... Plasebo etkisiyle[1], yer yön bilmeksizin, sadece ve sadece mağarayı bulacaklarına inanarak yola çıkan dalgıç grubunun başını çeken üç dalgıcın mağaranın girişine ulaşmasına yalnızca yedi dakika vardı. Üç yüz doksan metre yukarıda, yüzeye yaklaştıkça devasa ve korkunç bir karartı gibi görünen büyük teknenin burnunda haber bekleyen, eli mengene gibi direğe yapışmış atmaca bakışlı adam bağlantı kurmak için telefonuna sarıldı. Gözleri karanlık suların hareli pırıltısındaydı. Karşı tarafın aramayı onayladığını duyunca çıt çıkarmayarak nefesini tuttu. Bir dakika boyunca birbirlerinin arkasındaki sessiz olmayan sessizliği dinlemişlerdi sakince.
Dışarıda, öç almak isteyen taş bir heykelin dural bakışlarına benzer bakışlı kasvetli manzarayı, gece vakti doğrulan çürük meşelerin kahverengi kolları kesiyordu, ancak her nasıl tablonun bittiği yerde resim bitiyorsa da pencerenin bittiği dört köşenin ardında manzara bitmiyordu... Gece vahşiydi, gece mazlumdu ve insanoğlu katildi, insanoğlu masumdu. Alışılmadık bir güçle esen rüzgâr camlara şöyle bir dokundu, evvelce canhıraş insan seslerinin şiddetini azaltmak için pencerelere geçirilen kalın kumaşlar adi rüzgârın kuvvetini nefes nefes içine çekiyordu.
Uçları kıvrılmış, beyaz gövdesi kirli bir sarıya çalan takvim yaprağında bugünün tarihine baktı; günlerden Perşembe'ydi; Şubat ayının on üçüncü günü çalkalanıyordu yaşamın içinde. Beş dakikadır bağıran İshak Kuşu'nun sesini kulak ardı etti. Kömür karası saçları gecenin vahşi ve melun karasına karışmıştı, dışarıda yağmur yağıyordu. Dünyanın üzerine uzanmış olan karanlık; şerli sesler, gecenin karanlığında sesi çıkmayan korkunç görüntüler ve derin bir sıkıntıyı yüreklerinin ta derinlerinde hisseden insanlarla doluydu. Birkaç saat sonra akrep gece yarısını vuracak ve karanlık, peçesini o zaman kaldıracak, aynı zamanda bu günde mazide kalacaktı. Gözleri masanın üzerindeki telefondaydı ve hiç olmadığı kadar emin olduğu bir şey vardı ki o da huzursuzluğunun her zamanki içsel cinnet halinden yahut ruhsal bunalımlarından, buhranlarından kaynaklanmadığıydı.
''Dört kişiden biri yaşıyor- ikisi de olabilir tabii...'' Dört köşeli telefonun ardındaki ses her aradığında farklı çıkıyordu fakat konuşun kişi her zaman aynı kişiydi; bazen nefes yutmuş da onu çıkartmaya çalışıyormuş gibi tiz, bazen putlaşmış sahibine ayak uydurmak için mekanik, bazı bazı da topraklı çıkıyordu. Bugünkü ses mekanik-topraklı bir sesti, arkasında yoğun ve aralıksız bir rüzgâr vardı.
''Karazan'ın içine giremezsin... Sıkı ve muazzam bir güvenlik var, daha doğrusu- demek istediğim, girip de mezarları kazacak, bedenlerin yerinde olup olmadığına bakacak zamanın olmayacak. Denklerinin mezarlarının yeri ise muamma.'' Öldüğüne kendini alıştırdığı birinin ölmemiş olan olmadığını görünce hayal kırıklığı yaşamak istemiyordu, bundan dolayı yaşayan her kimse zerre merak etmiyordu onun kim olduğunu. Geleceği bilseydi karar verme gücü yok olurdu, yaşayıp görmek istiyordu. Öte yandan o kişi her kimse bunu bilmek de istiyordu, ancak asıl korkunç bir mesele vardı ki o da yaşadığını bildiği birinin akıbetiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAMBER
General FictionGündüzünü geceye bulayan bir sima var olmaya başlıyor zihninde. Var olmayan bir beden, katrana bulanmış bir yüreğe konduruyor suretini. Acının en koyu demi kaynar kazanda yıkıyor bedenini. Hayal, gerçekliğin denizine daldı...