Calum'un uzun adımlarına yetişmek için, kısa bacaklarımla hızlı adımlar atmaya çalışıyordum. Elleri ceplerinde, arkasında kalan bana bakmadan dümdüz ilerliyordu. Birkaç kez ismini seslenmiştim fakat sadece mızmızlık etmeyi bırakıp onu takip etmemi söylemişti.
Nerede olduğumuzu bilmiyordum. Bir ormandı, fakat neden burada olduğumuz sorusuna Calum hiçbir cevap vermeyerek beni daha çok kızdırıyordu. Calum'la istediği her yere giderdim, ona güveniyordum, ama ne kadar meraklı olduğumun farkındaydı ve denemekten asla yorulmayacaktım.
"Calum!" diye seslendim, arkasından koşup ona yetişirken. Sonunda yanında yürümeye başladığımda, bana bakıp sırıttı ama hızı hâlâ aynıydı. "Neden beni ormana getirdin? Ayrıca, hızlı hızlı yürüyüp beni arkada bırakmaya çalışıyorsun." Gözlerimi dehşetle açtım. "Tanrım, yoksa beni buradaki vahşi yılanlara terk edip gidecek misin?"
Calum kıkırdadı. Gülümsediği zaman bile kısılan küçük gözleri vardı. Gülümsemesiyle birlikte etli dudakları açılıyor, hoş bir biçimde dişlerini sergiliyordu. Yanaklarından bahsetmek bile istemiyordum. "Sadece, biraz sabret. Oraya vardığımızda anlatacağım."
Nefesimi üfledim ve pes edip, yürürken etrafı incelemeyi tercih ettim. Kenarları ağaçlarla dolu, ince toprak bir yolda yürüyorduk. Etraf ağaçların üzerindeki kuşlarla, yerlerdeki küçük çiçeklerle kaplıydı. Ağaçlar baharla birlikte çiçek açmış, çimler bileğimize kadar uzamışlardı. Doğayı ve hayvanları seviyordum. Belki de Calum'un beni buraya getirmesinin nedeni buydu.
Calum'a baktım. Onunla buraya gelmek için Elena'yı atlatmam gerekmişti. Görünüşe bakılırsa, Calum'la mesajlaştığımı öğrenmişti, birkaç mesajı okumuştu. Onunla tartışmaktan nefret ederdim ama konu en iyi arkadaşımdı. Elena'nın birlikte olduğumuzdan beri Calum'a olan sinir bozucu takıntısı beni yıpratıyordu. Calum'u benden neden bu kadar uzak tutmaya çalıştığını bir türlü anlamıyordum.
İtiraf etmem gerekirse, Calum'la son birkaç gündür aralıksız mesajlaşıyorduk ve ben bundan memnundum. Calum yanımda olmak istiyorsa, ona şans tanımalıydım. Beni yüz üstü bırakmayacağını biliyordum. Her gece partilere gidip, kafa dağıtmak isteyen sevgilimin aksine, onun tek derdinin benden başkası olmadığını biliyordum.
"Umarım, beni gerçekten iyi bir yere götürüyorsundur, Hood." Ona uyarıcı bakışlar attım fakat bu sadece daha çok keyiflenmesini sağlıyor gibi görünüyordu. "Çünkü, eski en iyi dostlarımla tanışmak için can atıyorum ama bu ormanın içinde seninle boş boş yürüyor haldeyim."
"Senin açından oldukça kötü görünüyor," diye dalga geçti. Onlarla buluşmam umurunda değildi, bunu biliyordum. Ama, onlar geçmişime ait değerli cevherlerdi ve beni onlara çeken güçlü bir bağın varolduğunu hissedebiliyordum. "Bence burayı, onlardan daha çok seveceksin."
Bununla birlikte, tam ağzımı açmıştım ki, elimi tutarak bizi bir ağaç dalının altından geçirdi. Calum ellerinin tersiyle yolumuzun üzerindeki bitki yığınını kenara itti ve tam bu sırada yüzümü kaplayan ısıyı hissettim. Güneş tam yüzümüze vururken, tek yaptığım gözlerimi yumup kendimden geçmişçesine gülümsemek oldu.
Gözlerimi yavaşça kırpıştırarak açtığımda, karşımda bir şelale manzarası, hemen ötesinde de soluk renkli dağlar ve onların üzerlerini örten bembeyaz bulutlar vardı. Şelalenin muhteşem sesi kulaklarımı dolduruyor, içimde suya metrelerce yukarıdan atlama isteği uyandırıyordu. Vücudumun içinde hiç hissetmediğim bir güç, bana uçacakmışım gibi hissettiriyordu.
Bu duyguyu sözcüklerle anlatmak saygısızlık olurdu.
Kısık gözlerimi manzaradan ayırdım ve üzerinde durduğumuz uçurumun en ucuna gidene kadar durmadım. Ucuna geldiğimde ise, kafamı eğip aşağı baktım. Gerçekten yüksek olması beni normalde fazla tedirgin ederdi ama o an hiçbir şey hissetmemiştim. Kanımda hissettiğim tek şey, buraya ait oluşumdu.
Bir süre durdum ve kendime sarıldım. Hafif meltem, güneşin batıyor oluşunun habercisi gibi tenimi yalıyor, geçip gidiyordu. Arkama döndüm ve Calum'u manzarayı değil, sadece beni seyrederken buldum. Gözleri batmakta olan güneşin son birkaç dakikalık ışıklarının etkisiyle parlıyordu. Dolgun yanaklarında çarpık ve belirsiz bir gülümseme vardı. Anlaşılan o ki, bu havayla mayışan tek kişi ben değildim.
"Gelsene," diye seslendim. Hemen önümde duruyordu, ama benden biraz daha uzaktaydı.
Tekrarlamama bile gerek kalmadan, uzun adımlarıyla birkaç saniye içinde dibimde bitmişti. "Beni ilk defa kendine yaklaştırıyorsun," dediğinde, ikimiz de kıkırdadık.
Calum'a karşı her geçen gün daha pişman hissediyordum. Belli ki hafızamı kaybetmem herkesten çok onu üzüyordu. Bense geçmişte ne yaşadığımızı hatırlamadığım için kendimi ondan uzak tutuyor, kalbini kırıyordum. Dünyadaki en iyi dost sayılmazdım.
Rüzgâr, bu defa sert bir şekilde, esti ve Calum'un saçları geriye doğru dalgalandı. Boşta kalan alnının bu kadar hoşuma gideceğini düşünmezdim, ama birkaç dakikalığına tek odak noktam orası oluvermişti. Elleri uçuşan kısa saçlarıma değdiğinde kendime gelip silkindim. Ardından, arkamı döndüm ve gitmeden önce batan güneşin dağın arkasında kalışını izlemek üzere gözlerimi karşıya diktim.
Calum ellerini belime koyduğunda, yerimden sıçramak üzereydim. Bu ani hareket beni korkutmuş veya ürpertmişti. Kanımdaki özgürlü hissi o kadar yoğundu ki, bir başka duygu veya duyuyu bedenim olması gerektiği gibi algılamıyordu.
"Kollarını aç," dedi Calum.
Bu kez hiç itiraz etmeden ona itaat eden ben olmuştum. Kollarımı iki yana açtım ve Calum'un belimi gövdesine yaslamasına izin verdim. Burnunun ucu birkaç saniye saçlarımda oyalandıktan sonra, çenesi boynuma indi.
Gözlerimi yumdum. Geçen gün o fotoğrafa baktığımda yaşadığım şey yine oluyordu. Calum buna 'hatırlamak' diyordu. Bense zihnimin benim için yarattığı küçük bir film olarak nitelendiriyordum bunu.
Kumral saçlı bir kadın, ve sarışın bir adam vardı gözlerimi yumduğumda. Kadının üzerinde çok güzel bir elbise vardı. Bir gemideydiler. Kadın geminin ucundaki korumalık demirlerin üzerine çıkmıştı. Elleri iki yana özgürlüğünü simgeliyorcasına açıktı. Arkadaki sarışın adam onu belinden tutuyordu. Kadının gözleri kapalıyken, genç adam onu seyrediyordu.
"Vilanda?" Calum'un her zaman neşeli çıkan sesi beni kısa filmden çıkarmıştı. Yüzünü omuzumun yanından çıkarmış, tedirgince bana bakıyordu.
Ellerimi indirdim, ve bu hareketim onun da belimdeki ellerini indirmesine neden oldu. Gözlerim kocaman açık, dönüp ona baktım. Etli dudakları aralık, yanaklarında hafif bir pembelik varken o kadar hoş görünüyordu ki. Gözlerim bir an için beni yanıltıp az önce gördüğüm sarışın adamı Calum'un yüzünde görmeme neden olmuştu.
"Hatırladın, değil mi?" diye sordu. Sanki sormaya korkmuştu. Belki de alacağı cevap onu tedirgin ediyordu.
Yutkundum ve başımı salladım. "O neydi?" diye sordum. "Kimdi o kadın ve o adam?"
Calum'un gözleri hava kararmış olmasına rağmen parlıyordu. "Rose ve Jack," dedi, sanki bundan bir şey anlamam gerekiyormuş gibi. "Titanik adlı filmin baş kahramanları. Senin en sevdiğin filmin."
Dudaklarımı araladım. Calum'un filmi hatırlamadığım için üzüldüğünü sanıyordum. Ama, tam aksine, beni kahkahalar atarak kucağına aldı ve etrafında döndürüp durdu. "Hatırlıyorsun!" diye cıvıldadı. "Sana bir şeyleri hatırlattım!"
Neşesine ortak olmamak imkânsızdı. Uçurumun ucunda kahkahalar atarak döndük durduk.
Artık gerçekten hatırlamak istiyordum. Çünkü, eğer hatırlarsam, Calum'un yüzündeki o muhteşem gülümsemenin bir daha silinmeyeceğinden emindim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
how to make love like Calum // Hood
ФанфикCalum Hood'un kafası karışıktı. Ama başına gelenlerden sonra geçmişte yaşadığı her şeyi unutan Vilanda Grayson'ın olduğu kadar değil. --texting--