On Beş Yıl Sonra...
Hermione, Spinner's End, 17:51 pm.
İliklerime kadar titrediğimi hissettim.
"Burada mı yaşıyormuş?" dedi Draco, hafifçe koluma dokunurken. Ev oldukça karamsardı, ışık almayan, tenha bir daireydi.
"Neden ölmüş peki?"
"Kalp krizi." dedim tek seferde. Hala içim titriyordu. "O kadar çok zaman geçti ki... Onu neredeyse on beş yıl görmedik. Yani savaş bittiğinden beri." Ve birden aklıma, bütün hortkulukları nasıl yok ettiğimiz geldi. Özellikle de diadem ve madalyonu nasıl yok ettiğimiz... Draco'nun sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
"Nasıl yani ama o-"
"Muggle gibi yaşıyormuş. Baksana eşyalarına." Gerçekten de etrafta sihirle ilgili hiçbir şey yoktu.
"Evet." dedi Draco, sesindeki derin hüzün beni sarsmıştı. "Etrafta sihirin izi bile yok."
"Böyle olmamalıydı." dedim, dişlerimi sıkarak. Böyle olmaması gerekiyordu. Bunu hak etmiyordu; bu şekilde yalnız olarak ölmeyi hiç mi hiç hak etmiyordu.
"Neden bize yerini söylemedi ki?" Draco'nun da aynı şeyi düşündüğü belliydi.
"İzini kaybettirdi. Eğer onu bulabilseydik, en azından yalnız olmazdı."
"Yine de bu sondan kaçamayacaktı. Kader denen şeye inanıyorum."
"Sihir denen şeye de inanıyorsun. Büyü yapsaydı kesinlikle kurtulurdu."
Ev dağınık değildi, tam aksine oldukça düzenliydi. Etrafta pek eşya yoktu, sadeydi; duvarlar koyu krem rengindeydi. Giriş kapısından dönüp, uzun koridorda yürüdükten sonra, tam karşımdaki kapıya kararsızca baktım.
"İçeri girecek misin?"
"Sanırım evet." dedim ve derin bir nefes alarak kapıyı açtım. Burası onun yatak odasıydı, bu oda da tıpkı etraf gibi çok düzenliydi. Yatak örtüsü siyahtı; dolaplar grimsi bir siyahlığa sahipti. Yatağın yanındaki komidinlerin üzerinde küçük lambalar duruyordu. İlerleyerek yatağa oturdum. Kendimi o kadar kötü ve karışık hissediyordum ki, bir an duygularımın içinden çıkamayacağımı sandım.
"Orada ne var?" dedi Draco, hemen gelip yanıma oturarak. Mavi-gri gözleriyle önümde duran komidinin ilk çekmecesini gösteriyordu. Çekmecenin üzerinde kilit vardı.
"Kilitli."
"Belki değildir." dedi ve uzanıp çekmeceyi tutarak kendime doğru çektim. Sessizce açılırken, içerisinde sadece bir defter vardı. Açık kahve renkli, küçük bir defterdi. Uzanarak onu elime aldım.
"Sence özel midir?" dedim, parmaklarım defteri açmak için iki kapağın arasında duruyordu.
"Özel olsa bile, artık bir şeyin değişeceğini sanmıyorum."
Haklıydı.
Ve defteri açtım. Bir sürü yırtık sayfa vardı; fakat en sondaki sayfa tuhaf bir şekilde diğerlerinden daha kalındı ve bunun sebebinin, onun kullandığı güzel el yazısı olduğunu fark ettim.
Gözlerim istemsizce hızla satırlarda gezinmeye başladı. Yazısı çok düzgündü. Her şeyden çok sevdiğim kocam, ellerini şişkin karnıma koyarak, omzumun üzerinden benimle birlikte okumaya başladı.
Senin olmadığın hiçbir şeyi göremiyorum; soyutlaşıyorlar sen olmayınca, renksiz kalıyorlar, tıpkı benim sensiz kaldığım gibi. Onlar ne siyah oluyorlar, ne beyaz. İkisinin ortasında, gri bir renkte kalıyorlar; ruhum salınıyor iki yer arasında. Tembelce dolaşıyor; seni hatırladığımda siyaha doğru süzülüyor yavaşça, her yer kararıyor, her şey anlamını yitiriyor, sensiz kaldığım zamanlardaki gibi. Ve seni o an aklımın derinliklerine itecek bir olay oluyor, abartılı duygu patlamaları, sahte gülüşler, donuk bakışlar. Bu sefer ruhum süzülüyor beyaza doğru, bu sefer etraf fazla net, gözlerimi kamaştırıyor, bakamıyorum onlara. Bu sahte dünya fazla geliyor bana; fakat hayat durulduğunda, herkes evine çekilip yataklarına girdiğinde, işte o zaman ruhum buluyor seni. Bedenim gecenin karanlığında, ruhum sensizliğin grisinde, öylece bakıyorum. Gözlerim bakıyor, fakat bir şey görmüyorken ben yine seninleyim, tek görebildiğim anılar. Anılarda canlandığım sen, canlı siyah saçlarının çevrelediği narin, beyaz yüzün ve gözlerin. İşte, tek görebildiğim bu.
Senin olmadığın hiçbir şeyi hissedemiyorum. Duygularım adeta sıkışmış seninle; senin yanında anlam buluyorlar, senin yanında tat veriyorlar, senin yanında insan olduğumu hissettiriyorlar. Artık onlar da yok, seni çok aradılar, beklediler aylarca. Bulamayınca onlar da saklandı; ruhum gibi, oradan oraya sürükleniyorlar şimdi. Ruhum ruhunu bekliyor, duygularım duygularını, gözlerim gözlerini ve tenim tenini... Gelmeyeceğini biliyorlar, yine de bekliyorlar seni. Ah, söyledim onlara. Bir daha gelmeyeceğini söyledim, dinlemediler beni. Bırakıverdiler kendilerini, sen gidince onlar da gittiler; bomboş bıraktılar bedenimi. Onlara kızacağını söyledim, beni bu şekilde terk etmelerine izin vermezdin; fakat umursamadılar. O kadar da tembihlemiştim, hazırlamıştım onları buna. Gidecektin, mutlu değildin, orada mutlu olacaktın. Bunu görüp de nasıl izin vermezdim gitmene? Şimdi yoksun ve ben hiçbir şey hissedemiyorum. Diğer insanların duygularını, olaylarını, aşklarını, dostluklarını, arkadaşlıklarını...
Senin olmadığın hiçbir şeyi duyamıyorum. Duyamıyorum sesleri, sensiz kaldığım zamanlardaki gibi. Anlamıyorum onları, bana sesleniyorlar, bir şeyler fısıldıyorlar. İçlerinde anlam yüklü olanları da, boş olanları da varmış gibi geliyor bana, emin olamıyorum. Beni çağırıyor kimisi, kimisi bana geliyor, bir başkası neden böyle olduğumu soruyor. Ses tonlarını ayırt edemiyorum, bana bir tona sahip tek ses seninkiymiş gibi geliyor. Kafamda canlandırabiliyorum sesini, belirli kelimelerdeki vurgularını, tonlamalarını, sesinin heyecanlandığında nasıl titrediğini, her şeyi hatırlıyorum. Kahkaha atışını duyabiliyorum kulaklarımda, sen hala yanımdaymışçasına. O kadar yakından geliyor ki sesin, çoğu zaman kafamı çevirip bakmaktan alamıyorum kendimi. Sanki hemen yanımdasın, sesin canlı, rüzgarda çınlıyor, duygu yüklü kelimelerin ulaşıyor bana ve o anda diğer bütün kelimeler anlamsız kalıyor, seninkilerin yanında.
Senin olmadığın hiçbir şeyden tat alamıyorum. Yaşamak için yiyorum sadece, biliyorum bana çok kızacağını, fakat yemeklerde küsmüş senin gidişine, artık lezzet yok hiçbirinde. Sen geri dönene kadar kalacaklarmış bu şekilde; hayır, hayır onlara da söyledim bir daha gelmeyeceğini, onlar da dinlemediler beni. İçlerindeki o umudu çürütemiyorum, halbuki bedenim çoktan kabul etmiş bunu, içindeki umudu yok etmiş, çünkü o biliyor gerçeği. Yanımda kalan tek şey düşüncelerim, onlar terk etmedi beni. Dinlemedi o gri dünyaya gidenleri; düşünceler mantıklı, onlarda biliyor gerçeği. Dönmeyeceğini biliyorlar, fakat onlar da etkilenmiş bundan, sürekli senin ismin ağızlarında. Senin ismini taşıyorlar beynime, sürekli bir yankı var içimde, senin ismin yankılanıyor bedenimin her köşesinde.
Artık sen kimseyi göremezsin, tıpkı benim gibi, duyamazsın kimseyi. Hissedemezsin onları, düşünemezsin, tat alamazsın hiçbir şeyden. Duyguların da yok, sesin de. Kimseyi sevemezsin artık, fakat korkma, benim ruhum fedakar, senin aşkını da aldı yanına. Artık aşkımızı taşıyor, o gri dünyada. Rengini kaybetmiş aşkımız, o da grileşti, alıştı oraya. Bir aşkın kaldı geriye, çünkü aşkını taşıyacak bir kalbin yok, ama bedenim en az ruhum kadar fedakar, kalbim senin için de atıyor; senin için nefes alıyor bedenim, senin yapamadıklarını yapıyor. Neden bu kadar durgun olduğumu anlıyor musun şimdi? Ben tek bedende iki kişi yaşıyorum sevgilim, en azından, sen bendeki emanetlerini geri alana kadar. Ben de yanına geleceğim elbet, o zaman alırsın bendeki her şeyini, eskisi gibi oluruz; tek fark bu sefer bedenlerimiz olmaz yanımızda, ruhlarımız birleşir tek bedendeymişçesine, sen alırsın aşkımızı benden ve dönüştürürsün rengini en parlak kırmızıya...
Draco, gözlerimden akan bir yaşı zarifçe sildi. Parmakları yanağımdaydı. Başımı kaldırıp ona döndüğümde, onunda gözlerinin yaşlarla kaplı olduğunu gördüm. "Hermione." dedi çatlayan sesiyle.
"Ah, Draco." dedim hıçkırarak ve beni çekerek göğsüne yasladı. Onun nasıl bir acı çektiğini şimdi anlıyordum, bu acıyla ölene dek yaşamıştı. Gerçi buna yaşamak denilemezdi. Bu onun ölümü değildi, onun ruhu yıllar önce ölmüştü. O savaşta ölmüştü.
"Bu şekilde olmak zorunda değildi!" dedim, titreyen sesimle. Göz yaşlarım sel gibi akıyordu ve bir an sonra onun da ağlamaklı olduğunu fark ettim.
"Orada mutlular." dedi, benden daha çok kendini ikna etmeye çalışıyor gibiydi. "Artık kavuştular."
Kocama sarılırken hıçkırıklarım sessizleşti, şimdi onun başı benim omzumda, ikimizin yerine sessizce ağlıyordum. Kaderimize ağlıyordum. Onların kaderine ağlıyordum.
Ve her şeyden çok, Severus Snape'in yazdığı bu anıya ağlıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Not the Same Without You
FanfictionHarry, Bellatrix'in büyüsüne maruz kaldıktan sonra, büyünün etkilerini geçirmek için, kimliği açığa çıkmış olan Severus Snape'e ihtiyaç duyulur. Bu sırada Büyü ve Muggle Dünyası hızlı bir şekilde Voldemort'un egemenliğine girmektedir. Sağ-Kalan-Çocu...