"Dicle, iyi misin!"
"Sakin, sadece dangalağın biri bana çarptı ve-"
"Bi' şey mi yaptı?!" Burak'ın bu aşırı tepkisi neydi be?
"Ne, hayır, Burak asıl sen iyi misin alt tarafı..." İşte ancak o zaman fark etmiştim, "Alt tarafı, a- ağladım mı?"
"Neler olduğunu anlatır mısın çünkü durup dururken ağlamak..."
"Yapacağım, önce kendime açıklayabilirsem." Arkamı döndüm. İşte, bana çarpan yabancı oradaydı.
Kokusu tanıdık yabancı...
**********************
Ona doğru yürümeye başladım. Yanına gidince ne yapacağım hakkında zerre fikrim yoktu, yürüdüm. O da yürüdü. Bir süre takip ettikten sonra onun ardından geniş bir çadıra girdim.
-Aynalar Labirenti-
Ne kadar zor olabilir ki? Yüksek ihtimalle burada onu çıkmadan önce bulurdum. Bulunca ne yapacağım, hala bilmiyorum, ama bulacağım, zorundayım.
İlerlemeye başladım. Ne kadar garipti burası. Küçümsenmeyecek bir yer. Çadırın kadifemsi kumaşının oluşturduğu tavan ve taş taban haricinde, duvarlar tamamen kimisi kırık görünümlü, zayıf veya şişman gösteren yüzünü her şekle sokabileceğin, çeşit çeşit aynalarla dolu. Aslında tam akıl yitirmelik. Nereye baksam ben varım, oley! Bunların yanı sıra, dar labirente yer yer varlığını bu loş ışıkta fark edemeyeceğiniz camlar koymuşlardı. Çıkışa ulaştığınızı sanarak bunlardan birine çarpmak gerçekten sinir bozucu olmalı.
Şimdi, buradaydım. Neden buradaydım? Neden bena çarpan çocuğu takip ediyordum? Bunlara verecek cevabım yoktu. Ama onu bulmalıydım, bulmak zorundaydım. Bunun için bilinçaltımdaki seslerden başka hiç bir açıklamam yoktu. Mantığa dayalı hiçbir şey yoktu. Sadece yürüyordum, yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm...
"Hey! Kimse yok mu?"
Çocuğun bunu söylememle gelmesini beklemiyordum gerçi, bir cevap da alamadım zaten. Bu aynalarla dolu labirentte kendimce ilerliyor, yabancıyı bulmaya çalışıyordum. Bunu harbiden niye yapıyordum ki?
Aradan yaklaşık 5 dakika geçmişti. Belki 10, 15... Yere oturdum. "Belki de çoktan çıkmıştır." Yaslandığım aynaya baktım. Maskem gerçekten güzeldi. O sırada birden loş ışığın yerini karanlık aldı. Korkudan bir küfür savurdum. Şimdi ne yapacaktım? Aferin bana! İçgüdülerim değil mi? Ne içgüdüymüş ulan. Karanlıkta kaldım, üstelik aydınlıkta bile çıkması uğraştırıcı olan bir labirentte! Hemen ayağa kalkıp telefonumu çıkardım. Çok az şarjı kalmıştı. Sırayla Görkem, Hande ve Tutku'yu aradım ama hiçbiri, partinin gürültüsünden olsa gerek açmıyordu. Telefonumdaki feneri açtım. Şarjım bu şekilde dayanmazdı ama, açtım sadece ve yürümeye başladım. Ve bilin bakalım, bilin bakalım ne oldu? Aksilikler bu kadar üst üste gelirken Dicle'nin hayatında ne normal olabilir ki?
"Hay bin dalgakıran!"
Bildiniz, artık telefonumun ışığı da yoktu. Tek yolum el yordamıyla çıkışı bulmaktı.
Çıkışa ulaşmak umuduyla bir elim yön bulmak için duvarda, bir elim önüme çıkabilecek lanet olası cam, ayna veya herhangi bir şey için önde, boşlukta, yürümeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm, sağa döndüm, sola döndüm, yürüdüm, yürüdüm...
En son aynaların sola doğru gittiğini hissedip sola döndüm. Ve aniden bir el beni omzumdan tutup duvara yasladı. Allah'ım! Çığlık atmak istedim, çok korkmuştum. Sonra elini ağzıma kapadı. Çırpınıyordum ama karşımdaki bir erkekti ve bu hiçbir işe yaramıyordu. O an dejavu yaşadığımı hissettim. Sanki bunların hepsini yaşamıştım, aynısını. Çırpınmayı bırakıp korkuyla başımı kaldırdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Labirent.
Fiksi RemajaVe en tuhaf olanı da, bunların hiçbiri gerçek değildi. Hepsi yapay korkulardı. Bunlar benim rüyalarımdı. Kimse benim rüyalarımla oynayamazdı. Yani bu... Bütün bunlar... Bütün bunlar sadece beynimin bana oynadığı oyunlardı. Oyunlar. Beyin oyunla...