Düğün

17.6K 103 21
                                    

Paris'ten bu kadar uzakken, ancak bu kadar Paris'te hissedilebilirdi. Petite Fleure yeni başlayanlar için Sydney Bechet demekti. Soprano saksafon yeni dünyalar yaratıp bir yandan da tüm dünyaları yıkıyordu. Belki de hayatta bir kapının açılması için başka birinin hayatındaki diğer bir kapının kapanması gerekiyordu. Céline daha bir ay önce kocasını kaybetmişti, bugün ise en yakın arkadaşlarından birinin düğününde şahitlik yapacaktı.

Kendisini caz müziğe kaptırıp bir ay boyunca içinden dökmekle uğraştığı o duyguları gayriihtiyari eteklerinden topluyordu. Hava henüz kararmamıştı, üstelik herkesin gözü onun üzerindeydi. Gözyaşlarını tutamayıp onca zaman içinde güç bela yarattığı o güçlü kadın imajını yıkması an meselesiydi. Ağlamamak için gözlerini Boğaz'ı kendine fon etmiş gümüş şamdanlara kilitledi. 

Kendi düğününü düşünmekten kaçamadı. O günü özlemle anmıyordu, aksine mutsuz bir gelindi. Hiçbir kadının, düğününde aynı ölçüde onun kadar güzel ve mutsuz olabileceğine inanmıyordu. Başkasına aşıktı, bir başkasıyla evlendi ama işin daha da kötü tarafı kocası bu durumu kabullenerek onunla evlenmeyi istemişti.

Onu kocasının ölümünden daha çok üzen bir şey varsa o da içindeki "Ya onu hiç mutlu edemeden kaybettiysem..." korkusuydu. Yoksa pişmanlık mı demeli? Hayır, asla ! Edith Piaf'ın da o ünlü şarkısında söylediği gibi "Non je ne regrette rien". (Hiçbir şeyden pişman değilim.)

Saçları sırtındaki mütevazı dekolteyi örtmeyecek şekilde enseninde toplanmıştı. Arkadaşlarının ve hayatından gelip geçen erkeklerin ona taktığı kuğu lâkabının sebebi olan boynu açıkta kalıyordu. Siyah Dior elbisesinin kruvaze yakasında ucunda tek bir inci olan zarif bir kolye sallanıyordu. Dikkat çekmemek için gösterişten uzak bir elbise seçmişti. Aksine, elbisesi güzelliğini gölgede bırakmadığı için gecenin en çok dikkat çeken kadını olacağı aklının ucundan bile geçmemişti.

Senelerce ona dostluk eden, en çalkantılı zamanlarına tanık olan Duru'yu o muazzam gelinliğiyle görmek onu duygulandırabilirdi. Belki de kendini tutamayacaktı ve anılara kapılıp kendini tutamayacaktı. Onu görmemişti bile, ama onun sesini duymaktansa önünde duran ordövr tabağının sağındaki bıçağın kalbine saplanmasını tercih ederdi.

Tıpkı Haneke'nin La Pianiste filmindeki hayatını bir enstrümana hapsetmiş piyano öğretmeni Erika Kohut gibi göğsüne bir bıçak saplayıp sakin adımlarla oradan ayrılmaya can atardı. Deliliği henüz o raddeye gelmemişti ama o günleri de uzak görmüyordu.

Sol eli hiçbir şey olmamışçasına, sanki etrafı seyreder gibi başını desteklemek için çenesinin altında duruyordu. Sağ elini yumruk yapıp gücünün yettiği kadar sıktı, gözünden sadece tek bir damla yaş süzüldü. Derin bir nefes alıp başını yavaşça çevirdiğinde Daniel tüm ihtişamıyla sahnede şarkı söylüyordu. Hem de onun için yazdığı bir şarkısını, onun burada olduğundan habersiz söylüyordu.


Je marche dans la ville... - Şehre yürüyorum...

Tout me paraît hostile. - Her şey bana düşmanca görünüyor

Pas un regard, pas même un geste - Bir bakış değil, bir jest bile değil


Alors je désespère - Bu yüzden, umutsuzluğumdan

Je cherche une lumière - Bir ışık arıyorum

Mais ton sourire vient me sauver - Ama gülüşün beni kurtarmaya geliyor


Tant qu'il y aura des femmes - Kadınlar olduğu sürece

Le monde aura une âme - Dünya bir ruha sahip olacak

Et l'amour sera le premier - Ve aşk ilk sırada gelecek



Düşler, Tutkular ve ArzularHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin