Bir Gölgeyi Sevmek

8.1K 54 2
                                    


Yeniden Paris... Céline evinin adresini tarif etmedi, Saint Germain des près'ye geldiklerinde taksi şoförüne parayı uzattı. Yaşadığı yeri sanki ilk kez görürcesine büyülenmişti, ardına bakmadan yürümeye başladı. Şoförün seslendiğini fark etmemişti bile, adamın elindeki valizi görünce teşekkür etmekle yetindi.

Bulvarda biraz dolaşmak istediği için evinin önünde inmek istememişti, ama valizi sürükleyerek dolaşmak yerine eline alıp karşıya geçti. Café de Flore'da her zamanki yerini aldı, her şey tam da bıraktığı gibiydi. Solunda her akşam buraya uğrayıp çizimleriyle uğraşan ressam, önünde tüm masaları gezip saksafon çalan sokak müzisyeni, müşterilere şaraplarını yetiştirmek için masalar arasında mekik dokuyan esmer garson Dany.

Bir kadeh Chablis sipariş edip yoldan gelip geçen insanları seyrederken Simon de Beauvoir ve Jean Paul Sartre'ın adları yazılı tablonun fotoğrafını çeken bir turist gördü. İçten içe anılarına döndü, Türkiye'de Türk kimliğiyle yaşadığı, hep burada yaşamanın hayalini kurduğu o yıllara.

Keşke bir başkasına anlatmanın bir yolu olsaydı. Saint Germain'de yaşamak ona göre bir sanatçının hayatını caz ve şiirle yaşamak için sadece bir rüyadan daha fazlasıydı. En güzel fotoğraflar, tek bir saniyesini bile kaçırmadan yaşamak istediğimiz için makineyi elimize alıp kadraja hapsetmek yerine zihnimize kazıdığımız anılarımızdı.

Hava karardığında masaların üzerinde asılı duran ısıtıcıların ışıkları dikkatini çekti. Paris soğumaya başlamıştı, yoldan geçen kadınların ayaklarındaki sandaletleri gündüzden kalma olmalıydı. Bıraktığı gibi olmayan her şeye bir kılıf uyduruyordu, havaya bile. Ama onu düşünmekten kaçmanın bir yolu yoktu.

Her seferinde olduğu gibi kendi hayatına dönmüştü, Céline'in varlığından bile habersiz davranıyordu. Onun için ne duyguları ne bedenleri paylaşmanın bir anlamı vardı. Hayatının akışına kapılıp gitmişti, Şubat'ta çıkacak olan yeni albümünün hazırlıklarından bulduğu tüm zamanı ailesine ayırıyordu. 

Céline'in aklı oradan oraya akıyordu, gün ve gece gibi. Daniel'in kalbi ona uyuyor gibi görünüyordu. Onun hayatında yükseleceği o günün gelmesini öylesine istiyordu ki... Artık çiçek vermeyen ağaçlar gibi mutluluğa inancını yitirmiş olanlar için bile hiçbir şey sonsuza dek süremezdi, biri düşse de kalkardı. Genç kadın umutsuzluğa kapıldığı anlarda bile hayallerine bağlı kalıp hiçbir şeyin bitmediğine inanıyordu.

Tüm sıkıntıları ona hayatı öğretmek için, acıları ve sıkıntıları ise onu güçlendirmek içindi. Şehre duyduğu özlemi gidermek sadece üç kadeh sürmüştü. Son yudumdan sonra, kalbini bir sığınma evine koyarcasına ellerini göğsünde kavuşturdu. 

Hesabı ödeyip ışık huzmelerinin arasından süzülerek bulvarda evine doğru yürümeye koyuldu. Neredeyse dalmıştı, Le Coq mağazasını görünce sağa doğru dönüp Seine sokağındaki apartmanının kapısını açıp asansörü çağırdı.

Kapıdan içeri girer girmez rehavete kavuşup üzerindeki her şeyi fırlatıp atmak ve öğle saatlerine dek uyumanın hayalini kurarken asansörün kapıları açılır açılmaz elini başına götürüp parmak uçlarıyla saçlarını geriye doğru attı, kapı açıktı. Bir müddet içeri girmedi, korkusuyla yüzleşmeye hazırlanıyordu. Kapıyı kilitlediğinden emin olduğu için evine hırsız girdiğinden emindi.

Kendisini içeride bekleyen muhtemel bir kaosa hazırlamıştı, ama ev tıpkı bıraktığı gibiydi. Evde nakit parası yoktu, hatta kocasının ölümünden beri geçimini banka hesabındaki mütevazı miktarla sağlıyordu. Hemen yatak odasına gidip mücevherlerini kontrol etmeyi aklından geçirdi. Hepsi yerinde duruyordu, üstelik çekmecelerin içi de derli topluydu.

Neler olup bittiğine anlam veremiyor, zihnini kurcalayan hiçbir soruya cevap veremiyordu. Tüm o yorgunluğunu yerini soru işaretlerine ve endişelere bırakmıştı. Uyumadan önce duşa girmenin iyi olacağını düşündü ama korkup kendini yatağa attı, yorganını çenesine kadar çekti.

Mümkün olduğunca kısa bir sürede uykuya dalıp bugünü geride bırakmak isterken kapanan bir kapı sesiyle irkildi. Sesi takip etmek için hemen yerinden doğruldu ama bir yandan da korktuğu için kımıldayamadı. Salona gidip pencereden bakınmayı akıl etti.

Siyah takım elbiseli bir adam bulvara doğru hızlı adımlarla ilerliyordu. Kim olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu, belki de bu evden çıkan o değildi. Belki de bu evden kimse çıkmamıştı, kuruntu yapıyordu. Tüm bu olan biteni dalgınlığına vermek istedi ancak tüm uykusu kaçmıştı.

Sigara içmek için salona gelip pencere kenarındaki berjere oturdu ve eliyle sehpanın üzerini yokladı, çakmak yoktu. Başka bir çakmak bulmak için çantasını alt üst etse de bulamadı. Sinirleri iyice alt üst olunca sigara içmek inada bindi. Çalışacağını ümit ederek kocasının babadan kalma antika Dupont çakmağını almak için kasayı açtı.

Kasanın içinde sadece bir çift elmas küpe, birkaç evrak ve bir Cartier kutusu vardı. Cartier kutusunu açıp baktığında içindeki mücevherlerin hala durduğunu gördü. Gözleri doldu... Kasa da kilitli olduğuna göre bu eve giren her kimse Lucien'e ait bir hatıra çalmak istemiş diye düşündü, çünkü kalbinden geçenleri aklı kabul etmiyordu. Onun yaşıyor olma ihtimali Céline'i bir yandan ürkütüyor bir yandan da çılgınlıklara sürüklüyordu.

Hemen kasayı kilitleyip anahtarları çantasına koydu ve polisi aradı. Telefonu kapar kapamaz tüm evi talan etti. Kimse evine ölü birinin girdiğine inanmazdı. Peki ya hırsız? Sadece eve birinin girip girmediğini öğrenmeye ihtiyacı vardı, belki de yoktu. Yine de cevabı olmayan sorularla karşılaşıp deliliklere sürüklenme ihtimaline karşı tedbir almak için çok geçti, polisi beklemeye koyuldu.

Herkesin hayatından biri geçer, yerine başkası gelirdi. Céline ise aksine hep gelgitler arasında kaldı, iki erkeğin arasında gidip gelirken kalbi paramparça oldu. Lucien'ı kaybettiği günden beri onu ilk kez böylesine özlüyordu. Kalbi kırılan her kadın gibi ona değer veren, sevgisinden emin olduğu bir erkeğin kollarına atılmaya hazırdı. Ama bu erkek hayatta değildi, hayatta sahip olduğu tek kişi artık yoktu.

Hatıralarla dolu bir evde yapayalnız kalmıştı, polisten önce aracağı tek bir kişinin adı bile aklına gelmemişti. Kocasına evliliklerinin hiçbir döneminde aşık olmadığı aşikârdı ama ona duyduğu derin bağ, aşık olduğu erkek kalbini kırdığında bile onun bir yerlerden çıkıp gelmesi ümidini verecek kadar güçlüydü.

Evine girip çıkanın Lucien olduğuna artık emindi. Tüm yaşamı boyunca verdiği onca mücadeleden sonra, bu kırılgan ruhuna rağmen yalnız kalması mümkün değildi? Mümkün müydü? Sehpanın üzerinde aradığı çakmak, kitaplıktaki küçük bir Haç'ın önünde duruyordu. Onu almaya hiç yeltenmedi ama gözlerini de çakmağın yaslandığı Haç'tan ayıramadı, Tanrı'yı anımsatan bir işaret kendini daha az yalnız hissettirdi. Eline geçen ilk Dalida plağını pikaba yerleştirdi:

"Yalnız yaşamamak için bir köpekle veya güllerle yaşarız, ya da bir haçla. Yalnız yaşamamak için kendimizi kandırır; bir hatırayı severiz, bir gölgeyi veya herhangi bir şeyi. Yalnız yaşamamak için baharı severiz, bahar ölünce de gelecek baharı. Ben seni seviyorum ve bekliyorum; yalnız yaşamadığım yanılgısına kapılmak için..."

Düşler, Tutkular ve ArzularHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin