Giriş
Ayaklarımı zeminde sürüyerek dışı akmış ve kirlilikten artık gri gibi görünen beyaz boyalı binaya girdim. Soğuk hava anında bedenimi terk ederken baygın bakışlarımla etrafımdaki bilindik ortamı süzdüm.
Hiçbir farklılığı olmayan tek düze hayatımın büyük bölümü bu eski binada geçiyordu, Yurdum.
On sekiz yaşına bastığım zaman kıçıma tekmeyi vurarak 'hazırladıkları' acımasız hayatın pençelerine atacaklardı. Şaşırtıcı değildi. Kimsesi olmayan çocukları aileleri bile istememişken onlar ne kadar dayanabilirlerdi? Devletin ayırdığı kısıtlı bütçeden sürekli şikâyet eden Burcu ablamız bize bu acı gerçeği on iki yaşındayken söylemişti.
Küçük bedenlerimiz bize ev olan bu binadan ayrılmamak için büyümeyi reddetmişti.
Yurt mükemmel değildi. Hatta berbat, vasat, kokuşmuş.
Ama yine de yalnız hissetmememizi sağlıyordu. Birbiriyle alakası olmayan kimsesiz çocuklar diğerinin hemen yan odada olduğunu bilerek rahatça uyuyordu. İyi bir avuntuydu. Fakat kısa süreliydi. Henüz başlamamış hayatımıza bir sıfır yenik başlamıştık ve bu asla geçemeyeceğimiz devasa bir farktı.
Kendimi sürüyerek yıpranmış merdivenleri çıktıktan sonra koridor boyunca ilerleyip odamın hemen önünde durdum. 103 numaralı üç kişilik oda, 13 yılımı geçirdiğim anılarla dolu dört duvarımdı.
Gıcırdayan tahta kapıya anahtarımı geçirip sertçe çevirdim. Derinden gelen acıklı gıcırdama eşliğinde kapım açılınca içeride benden başka kimse olmadığını görüp tebessüm ettim.
Minik ampulü yakıp soluk mavi çarşaflı yatağıma çöktüm. Cam kenarı yatağım denizi görüyordu. Çok, çok küçük bir parçası bile olsa sonsuz bir maviliğe nazır uykuya dalmak paha biçilemezdi. Kıyının devamını hayal gücümle çizerek manzarayı tamamlamayı seviyordum.
Siyah bol ve büyük çantamı yatağın öteki ucuna sallayıp terliklerimi ayaklarıma geçirdim. Saçlarımı üstün körü dolayıp bileğimdeki tokayla topladıktan sonra artık hazırdım.
Hayatta kaçmak istediğinizde seçeneğini çoktur. İntihar, koşmak, yemek, uyuşturucu, belki böğüre böğüre ağlamak.
Benim bu dört duvar arasında pek fazla seçeneğim yoktu. Elimde tuttuğum 150 sayfa dışında.
Kitapları, yaydıkları kokuyu, yarattıkları eşsiz hissi seviyordum. Yazarın hayal gücünü kendi hayal gücümle bağlayan ipleri seviyordum. Okurken gülümsemeyi, ağlamayı, şaşırmayı seviyordum.
Donuk ve boş simamda küçük hareketlikler yaratabilen sayılı aktivitelerdendi. İçimde sürekli varlığını hissettiğim boşluk hissini yok ediyordu. Aslına bakılırsa birçok şeyin eksikliğini tatmıştım. Bu nedenle kalbimde derin bir acıya neden olan boşluğu tam olarak tanımlayamıyordum. Boşlukta yerini alabilecek çok eksiğim vardı.
Eksik bir insandım ben. Her yönden.
Yeteri kadar güzel, yeteri kadar akıllı, yeteri kadar yetenekli, yeteri kadar yeterli...
Her şeyden birazdım ben. Biraz iyi biraz kötü. Biraz akıllı biraz deli.
Ama eksikliklerimi seviyordum. Bir şey hissetmemi sağlayan her şeyi seviyordum. Yaşamayı hissetmeyi seviyordum. Bu yüzden seçeneklerimde asla intihar olmamıştı.
İnsan kendini kabullenebilmeli. Ne eksik ne fazla olduğunu bilmeli. Her yaşamın bir amacı her sonun bir başlangıç, her başlangıcın bir sonu olduğunu bilmeli. Bana bunu öğreten kitaplarıma sıkı sıkı sarılmayı da seviyordum.
Rastgele bir sayfa açıp sevdiğim kitabıma yeni bir bakış açısıyla giriş yaparken çoktan ay yukarıda yerini almış yurdun zemin katında bulunan devasa saat on ikiyi vurduğunu haber verircesine zilini çalmıştı.
Göz bebeklerim satırları atlar gibi hızla geçerken zamanın nasıl geçtiğini farkına varamamıştı. Kitaptaki karakterlerin dünyasına kapıldığımda gerçek dünyadan kopuveriyordum.
Neyse ki çok sevgili oda arkadaşım Filiz beni gerçek hayata döndürdü. Ona ne kadar teşekkür etsem az (!)
Belli ki erkek arkadaşıyla iyi eğlenmişti. Ayağındaki siyah topuklu ayakkabıları çıkarıp kapının ardına fırlatırcasına bıraktı. Birbirine çarparak yerinde devrilen ayakkabılar odada tok bir ses çıkardı. Baygın bakan mavi gözlerimden gözlüğümü sıyırıp kitabımla birlikte yatağın öbür ucuna, çantamın yanına fırlattım.
Hâlâ üzerimdeki dar kot pantolonla duruyordum. Uzun süre oturmaktan bacaklarıma yapışmıştı. Ellerimle pantolonu çekiştirdikten sonra doğruldum ve Filiz'i daha dikkatlice süzdüm.
Giydiği dar, krem rengi elbise yukarıya doğru toplanmış biçimsiz bacaklarını ortaya sermişti. Kalın bacakları ve bu soğuk havaya rağmen neden bu kadar iddialı giyindiğini anlayamıyordum. Bana o kadar saçma geliyordu ki.
Üzerine öylesine giydiği ince kabanını askılığa astıktan sonra hülyalı hülyalı yatağına attı kendini. "Ahmet harika bir çocuk, Lara. O kadar korumacı ki."
Başımı iki yanımda umutsuzca sallarken Filiz adına üzülüyordum. Ahmet bir marangozdu. Filiz'den yaşça büyük olmasının yanında kabadayının tekiydi. Filiz de süzülen bir kız olmamasına karşın öyle görgüsüz birini de hak etmiyordu. Ona bunu daha önce çok kez söylemeye çalışmıştım ama inatla bunun aşk olduğunu savunmuştu. Aşk anlayışımız kesinlikle zıttı.
"Eğlenceli geçtiğine sevindim." dedikten sonra esneyerek artık üzerimi değiştirmek üzere dolabıma yöneldim. Ufak olan dolabım her zamanki gibi darma dağınıktı. Hiçbir zaman düzenli olmayı becerememiştim zaten. Rastgele elimin kaptığı bir pijama altı ve bir bluzla birlikte soyunmaya başladım.
"Ohoo," diyerek yerinden fırlayan Filiz heyecanla soyunmaya başladı. "Yarın okul var. Saat üç olmuş."
Üzerimi çekiştirerek düzelttikten sonra saçlarımı bluzun yakasından çekerek çıkardım ve örmeye başladım. Parlak, sarı saçlarım göğüslerimin biraz aşağısına kadar uzanıyordu. Hafif dalgalı olan saçlarımı genellikle salardım. Kendi halinde dalgalanan halleri her zaman özgür olduğumu hissettirirdi.
Özgür olmayı, özgür hissetmeyi seviyordum. İstediğim zaman istediğim yere gidebilmeyi seviyordum. Sadece yurda ne zaman dönmem gerektiğini biliyordum o kadar. Bir de okul saatlerini tabii.
Okul demişken 16 yaşındaki her genç kız gibi lise ikiye gidiyordum. Okulum yurda yarım saat uzaklıkta bir devlet okuluydu. Basit öğrenciler, basit öğretmenler, zor dersler... Bildiğimiz lise işte. Ne bir aksiyon, ne bir kavga, ne bir kaçamak. Sadece okuldu işte. Oraya gider, altı saat uyuklar ve evinize dönerdiniz. Sonra size yılsonuna kadar bunu tekrarlatır, sizi hayata hazırlarlardı. Yılsonunda aldığınız diploma da gelecekteki işsizliğinize eklenen başka bir artı olurdu. Lise buydu benim gözümde. Beynimize geometriyi sokmaya çalışan boş bir tahta ve uyku getirici bir ortam.
Buna rağmen notlarım ortalamanın çok üstündeydi. Çoğu sınava çalışmadan girer ve bir şekilde her soruyu doğru yapardım. Öğretmenlerim de kendileriyle övünerek 'Benim öğrencim' derlerdi.
Her şey saçma bir kendini ispatlama yarışına dönmeden önce notlarımı sınıfta seslice söylemeyi ve sınav sonuçlarını konuşmayı çoktan bırakmıştım.
-Sınavın nasıl geçti Lara?
-Sana ne idil?
"Hadi iyi geceler kuzum." diyerek sırtını dönen Filiz düşüncelerime de noktayı koymuş oldu.
"İyi geceler." dedikten sonra kapıya kadar yürüyüp hemen yanındaki düğmeden minik ampulümüzü söndürdüm. Dilem bu gece de gelmeyeceğe benziyordu.
Üçüncü oda arkadaşımız olan Dilem yurda çok az gelirdi. Aykırı bir giyinişi, aykırı bir tavrı vardı. Kimse ona bulaşmak istemiyordu bu nedenle yurtta bu kadar rahattı. Umursamadan yatağıma kıvrıldım. Eminim kalacak daha iyi bir yer bulmuştur, diye düşündüm.
Gözlerimi kapattıktan sonra son kez minik kıyı manzarama kaydı gözlerim. Sonra içimden dedim ki böyle mavi olsam. Karışsam denizlere, gökyüzüne,
Sonsuz olsam...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIK
Teen Fiction"Şşt," dediğini duydum birinin. Sanki sesi kilometrelerce öteden zihnime fısıldanmış gibiydi. Sakinleştirici bir ninniyi anımsatan tınısı hiç de yabancı gelmiyordu. "Benim, Lara gözlerini aç! Benim.Sakinleş." Omuzlarımdan sarsıldığımı hissediyordum...