HAYAT DÜNYA'NIN BİR ÖZETİDİR

11 2 0
                                    


İşe gitmek için erkenden kalktım, kahvaltımı yapıp üzerimi giyindim, ceketimi ilikleyip adımımı evden dışarı atmamla birlikte yağmurun başlaması bir oldu. Yine yakalandım dedim içimden. Yüklü bulutlar sürekli beni takip ediyordu. Sanki benim için 'dışarı çıksa da içimizdekini şunun üzerine döksek' diyorlardı.

Bu, doğayla olan tek mücadelem değil. Özellikle yerçekimiyle büyük mücadele içerisindeyim. Kemiklerimi ağrıtıyor, her adımda hissettiriyor kendisini. Bıktırdı!

Güneşle olan mücadelem de biteviye devam etmekte. Güneş bir tane değil.Her yeni gün başka başka güneşler doğuyor ve bu yeni doğan güneşler hiç aksatmadan Dünya üzerindeki zaman ölçütünü oluşturuyorlar.

Doğada mücadele etmekten en çok çekindiğim şey 'zaman'dır. O, diğerleri gibi mutlak olmadı. Bütün doğayı sarmalayıp, doğanın bütün çatlaklarına sızıyor. Ondan saklanamıyorum, kaçmaya çalışsam nafile, hemencecik önümde beliriyor; kovalasam arkamda hissettiriyor kendini. Onunla baş etmek imkansız.

İş yerime varabilmek için upuzun bir yol katedecektim; önce birkaç ufak tepe aşacak, ardından, bir zamanlar bataklık olduğunu düşündüğüm bir kavaklığı aşacaktım, ufak bir kasabaya varıp orada bir müddet dinlenecektim; belki iki üç bardak çay içecektim. Ardından yoğun bir kayın ormanına girip kayaların arasından hoplaya zıplaya geçip, uzakta görülen bembeyaz tepeleriyle adeta bir at sürüsünü andıran sıra dağları aşacaktım. Yaşam mücadelemi dağın kovuklarında ateş yakarak sürdürecektim, belki avlanacaktım belki de bir meyve ağacına dadanacaktım.

Ah şu yağmur beni ne kadar da yavaşlatıyor. Doğanın uğultusu, bir orkestra gibi çok sesli ve bu orkestranın şefi aklımı ve hislerimi sarıp sarmalayan zamanın ta kendisi. Bazen aksın diye yalvardığım, bazen dursun diye çıldırdığım “zaman”. Ne yaman şeymiş şu zaman!

İşe geç kalıyorum ve üşüyorum, lanet kavaklar bir türlü bitmek bilmiyor. Her gün tek tek sayıyorum onları, günden güne çoğalıyorlar, sayelerinde gökyüzünü göremez oldum; nefes alamıyorum. Kolumda saatim olmasa gün mü gece mi belirsiz bir alacakaranın içinde sürükleniyorum. Bir tane kavak daha bitmiş, tam da yolumun üzerinde. Bu gidişle ne yolum kalacak, ne izim. Belki bir gün ben de bir kavak olacağım çürüyen bu bataklığın içinde.

Her gün bir önceki günden daha kalabalık olduğunu gördüğüm kasabaya nihayet varabildim. Bu kasabadaki nüfus artış hızı yüzünden artık hiç kimse birbirini tanımaz hale gelmiş, bilakis kendi kendilerine yabancılar. Kasabanın eskileri nadir de olsa anlatırlar bu kasabanın geçmişini; “Burada eskiden insana, yaşlıya, çalışana, dosta ve hatta düşmana bile saygı vardı saygı” derler. Ben de onlara “Bunlar iyi günlerimiz, bu günler de aranacak üstadlar” derim zaman zaman. Bu karamsarlığım onları derin düşüncelere sokar ve onları demli bir çay daha içmeye teşvik eder. Böylece çaycı esnaf kazanır, çayı satan tüccar kazanır, çayı eken çiftçi kazanır, çayı işleyen işçi kazanır. Bir karamsarlık nelere kadir, koskoca ürün kapital-dengesini sağlıyor.

Kasabanın günden güne çürüdüğünü gördükçe içten içe öfkeleniyorum, gerginlik bana göre değil yolumu değiştirmeliyim, bir daha buradan geçmemeliyim diye söyleniyorum. Ama bir türlü buraya uğramaktan vazgeçemiyorum. Bağımlılık denen şey bu olmalı.

Ne kadar acele etsem de işe yetişememe telaşı beni benden alıyor. 'Ne oluyor sakin! ' diyorum bazen kendi kendime, ardından 'Ne sakini acele et!' diyor bu sefer kendim kendime.

Nihayet kayın ormanına giriyorum, orman koyu yeşil rengiyle karşılıyor beni; yaşlı bir orman, genç ağaçlar güneş göremediklerinden ötürü yaşlıların arasında yitip gitmişler. Yitip giden gençliği gelin bir de burada görün. Dökülmüş kapkara yaprakların üzerinde, büyüyemeden ölen fidanların arasından akıp gidiyor zaman misali bedenim. Zamandan kaçamadığım gibi kendimden de kaçıp saklanamıyorum. Hep ben var peşimde, ne kadar sen arasam da yine benle ben bir başıma kalıyorum bu ormanda. Sanki soğuk, nemli, paslı bir su tankerinin içinde, ağzımdan çıkan buharlar kaskatı kesilmiş yüzümü ısıtıyor bu ormanda. Kendi nefesim, mimiklerime can veriyor, yanaklarımda kan akışı hızlanıyor, gözlerimin çizdiği “sen” resmini aklım yorumluyor; kulaklarım çınlıyor. Fakat karşımda gene ben, gene bir başımayım.

Bu kayın ormanı (sebebi bilinmez, belki sebepsizdir, sebebini arayasım gelmiyor aslında) beni benimle yalnız bırakıyor. Bu sebeple işe giderken en çok zorlandığım etap bu orman. Çünkü dün ve bugünü, sen ve beni aynı anda hissettiğim tek yer bu kayın ormanı.

Ormanın bittiği yerde bir tulumba var. Eski bir uygarlık tarafından oraya dikilmiş kırmızı bir tulumba. Ağaçların, kendi suyunu yolcularla paylaştığı bir tulumba. Suyu, insanın yüzüne vurulan gerçekler kadar sert bir tulumba. Her geçtiğimde ben de içiyorum o sudan.

Dağların etekleri çorak ve çakıl taşlarıyla örtülü, her renkten taş mevcut ve her taşın kendine has bir yüzü var. Kimisi güler yüzlü, kimisi pişman, kimisi ağlak suratlı, kimisi şaşkın…

Rengarenk taşların üzerlerine basa basa tırmanıyorum dağlara, taşlar kayalara, kayalar yamaçlara dönüşüyor, renkler gitgide azalıyor. Rüzgarın ıslığı bir kulağımdan giriyor, beyin kıvrımlarımı dolaşıp öteki kulağımdan dışarı çıkıyor. Yakalamaya çalışıyorum o ıslığı ama nafile, ardından bambaşka bir ıslık giriyor diğer kulağımdan içeri, sanki masal anlatıyor her seferinde bana. Ama ben her seferinde unutuyorum o masalı.

Yamaçların ardında bir keçi patikası beliriyor, çam ağaçları sıklaşmaya başlıyor, yer yer sulu kar; ardını tipiye bırakıyor. Cam gibi parlayan buzdan patikanın üzerinde adımlarımı güç bela atıyorum, iki ileri bir geri, iki ileri beş geri, sekiz ileri, üç geri...

Başları bembeyaz çamlar beni tipinin şiddetinden koruyor, rüzgar yerini fırtınaya bırakıyor.

Zirveye vardığımda bir taşın üzerinde durup ufak bir ateş yakıyor, o eşsiz manzarayı izlemeye koyuluyorum. Kendimi bir atın yelesinde yolculuk ederken görüyorum, Dünya’nın etrafını dört nala koşan, okyanusları aşan kocaman beyaz yeleli bir at.

Dağın çıkışı ne kadar zor olsa da inişi bir o kadar kolay. Yapmam gereken sadece karların üzerinde, çömelerek oturup kendimi yerçekimine bırakmak. Hızlıca aşağı kayıyorum, önüme çıkan ağaçların arasında zig zag yaparak ilerliyorum. Zemine yaklaştıkça kar kalınlığı azalmaya başlıyor ve dağın eteklerine ulaşıyorum. Rengarenk çakıl taşları dağın bu tarafında da var.

Nihayet iş yerime yaklaştım.

Karşımda pırıl pırıl duruyor.

Büyük bir müessese, sıcak davranışlı, güler yüzlü çalışanlarıyla, ekip çalışmasının düstur edinildiği kurumsal bir müessese!

İş yerim, etrafı böğürtlenlerle çevrili ve ortasında bir “elma ağacı” olan kocaman bir arazi.

Ağaç her gün bir adet elma veriyor.

Uzmanlığım gereği bu elmadan her gün bir ısırık yiyorum.

Günlük mesaim bu kadar.

Çakan şimşek ve ardından gelen gök gürültüsü yine yağmurun habercisi.

Mücadelem devam ediyor.

Şimdi geri dönme zamanı

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jan 20, 2018 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

ELMAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin