Ömrümün ilk basamaklarında aşk müthiş bir mucizeydi. Gözümde Tanrı'nın insanlığa bağışladığı en güzel en kutsal duyguydu. Vazgeçilmez olan yegane şey idi. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı sözün bittiği yer derler ya hani öyleydi işte. Uğruna ölümler göze alınan bir sevgili, geceleri hasretinden gözüme uyku girmeyen ve rüyalarıma kadar sızan vazgeçilmezim. Ama aslında vazgeçilmeyen tek şeyin yaşamak olduğunu anladım. Yaşamdan vazgeçmeyi hiç mi hiç düşünmedim. Hele ki dini inançlarımı sorgulamaya başladığım zamandan sonra yaşamaya sadece bir hakkım olduğunu ve bunun bir daha asla olmayacağını ve hiç bir şeyin bundan daha önemli olmadığına kanaat getirdikten sonra tamamıyla dünyaya ve insanlara bambaşka bir bakış açısıyla yaklaştım. Umursamaz olmayı öğrendim. Yanı başımda uğruna nice şeyler vereceğim insanın nişanı olduğu gün içimde kin nefret ve sevgi adına hiç bir uyarı olmadığı an anladım. Yaşamayı öğreniyordum yaşamayı yaşamam gerektiğine inandığım için öğrenmem gerektiğinide
fark ediyordum. Dostoyevski'nin yer altından Notlar kitabına okuduysanız eğer zeki bir insanın her ne yaparsa yapsın ölümden korktuğunu bilirsiniz. Çünkü zeki insanlar bu hayatın sadece tek sefere maruz olduğunu sorgulayıp öğrenmişlerdir. Bunun için aşk sevgi gibi kavramlar hayatla ölçüt değildir. Çok kadın kaybettim demiyorum ama çok kadının beni kaybettiğini biliyorum. Şimdi ömrümü paylaşacak bir bilinçte bir kadını asla bulamayacağımı da biliyorum.