*Seafret- Oceans
"Telefondaki sendin."
Jimin'in naif sesi bana ulaştığında vücudum birden titremeye başlamıştı fakat bunun korkudan mı yoksa heyecandan mı olduğu hakkında bir fikrim yoktu.
Sesi kızgınlık taşımıyordu. Kızarsa kalbim kırılırdı, adını andım diye bana kızacak olursa her saniyem azarlanmakla geçerdi çünkü.
Gözlerim biraz büyümüş, dudaklarım biraz aralanmış ve ne kadar uzaktan bakılırsa bakılsın şaşırmış olduğumu anlayabileceğiniz bir surat ifadesiyle Jimin'e dönmüştüm. Gözlerini kaçırdı.
"Sendin, değil mi?"
Konuşamadım, nefesim hızlanmış ve kalp atışım değişmişti. Cidden benimle mi konuşuyordu, burada mıydı Jimin? Hastalığım yüzünden hayal görmüyordum değil mi?
Yerde çaresizce oturuyor ve elimdeki pembe kağıdı istemsizce avucum içinde sıkıyordum. Karşımda muazzam sarı saçları taranmış, kırmızı hırkası yerine kırmızı bir kazak giymiş ve gri pantolonunun ütüsü büyük bir özenle ütülenmiş olan meleğim duruyordu. Tam karnının üstünde kollarını birleştirmiş şekilde duruyor ve benden bir açıklama bekler gibi susuyordu.
Kollarını çözüp bana doğru bir adım attığında ister istemez oturduğum yerde irkilmiş ve kağıdı görünmeyecek kadar buruşturmaya başlamıştım. Suçluluk duyuyordum, kağıdın üstünde onun adı yazıyordu ve bense kağıdı buruşturuyordum. Çok ayıptı.
"Yanına oturabilir miyim?"
Ji-Jimin? Gerçekten benim yanıma gelip bir de oturmak mı istiyordu? Kafamı salladım, nasıl hayır diyebilirdim ki?
Küçük adımlarını tam önümde durdurdu ve karşıma oturdu. Bahçenin tam ortasındaydık, diğer öğrenciler büyük ihtimalle öğretmenleriyle beraber ders işliyordu, ama o... Benimleydi. Benimle, hayatımın tüm boşluğunun tam ortasındaydı.
Küçük elleri, küçük bacaklarının üstünde durdu. Heyecandan tam da oracıkta altıma işeyebilirdim ama Jimin'e rezil olmak istemiyordum. İçim çiçek açmıştı sanki manzaram o olduğunda. İçim Park Jimin açmıştı.
Derin bir nefes aldı, minik parmaklarının tatlılığından kendimi alabildiğim an gözlerinin içine baktım. Tanrım, ne de özlemişim onu. Bu kadar yakın olmayı, aramızdaki mesafenin uzanıp dokunabileceğim kadar az olmasını. Saçlarına yansıyan güneş ışığının gözlerimi kamaştırmasını öyle çok özlemişim ki. Kokusu, aldığım nefese öyle yakındı ki.
Jimin'in bir huyu vardı, konuşmaya çekindiği bir şey olursa durmadan dudaklarını yalardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Benden çekiniyor oluşu canımı yakmıştı, eskiden bunu yalnızca yabancılara ve öğretmenlere yaptığını çünkü onlarla iletişimini zor kurabildiğini söylerdi. Çekindiğini, sanki zorla konuşuyormuş gibi hissettiğini söylerdi. Benimle neden böyle konuşsundu ki? Ben onun eski arkadaşıydım, eskisinin aynısıydım ben. Değişmedim ki ben Jimin. Bak hala seni deli gibi seviyorum, arkadaşlığımızda değişen taraf ben değildim ki. Yabancı değilim ki ben sana.
"Neden beni aradın?"
Elleriyle pantolonun kumaşını kavramıştı. Parmaklarıyla kumaşı çekiştiriyor, gözlerime anlamsızca bakıyor ve dudaklarını ıslatıyordu. Birkaç saniye konuşmamayı seçip onu izlemeye devam ettim. Zaten çok denk gelmiyordu, bari tadını çıkarayım diye düşünmüştüm. 'Neden seni aradığımı merak etmişsin Jimin, seninkinden başka numara bilmem ki ben.'
"Bilmiyorum." demiştim. Bu ona söylediğim ilk yalandı.
İç çekti. Başka bir zaman olsaydı bana acımasını asla istemeyeceğim tek insana şu an ağlayarak yalvarabilirdim. Beni bırakma diye dizlerine kapanmalı mıydım yoksa taviz vermeden kalkıp yürümeli miydim bilmiyorum. Seçim yapamıyordum o bana bakarken. Yutkundum. Gözlerimden ilk seçeneğe yakın oluşumu anlamasını bekledim. Soru sormadan bana sarılmasını, yıllar önce olduğu gibi ellerini saçlarımda hareket ettirmesini istedim. Bilmezdi ki, ondan sonra kimselere dokundurtmadım ben o saç tellerini. Çabuk Jimin, dökülmeden dokun ki hayat bulsun köklerim.