*Demi Lovato - SoberKüçük kalbim huzuru ve mutluluğu tatmaya çok da alışkın sayılmazdı. Pamuk şekerlerin çubuklarını tutması gereken ellerim bağışıklık kaybının nedeniyle ortaya çıkan yaraları taşıyordu. Çeşit çeşit renkteki okul çantalarını taşıması gereken küçük ve güçsüz sırtım morlukları sırtlanırken, ayaklarım koşup parklarda en çok eğleneceğim bu yaşlarda hastahane merdivenleri tırmanmak zorunda kalıyordu. Avuçlarım bayramlarda ev ev dolanıp şeker toplayacaklarına gözyaşı silmek zorunda kalıyordu mesela. Her gecem kardeşim Hoseok ile kıkırdayıp eğlenmek yerine yarına çıkabilecek miyim diye düşünmekle, kalbim Jimin'i doya doya sevmek varken korka korka sevmeye yenik düşüyordu. Nasıl denir bilmem ama siyah sonların insanı oluvermiştim ufacık yaşta. Siyahtım; içinde Jimin'e ithafen beyaz kelebekler taşıyan koca bir siyah.
Ama tam da şu an uçuşup duran tüm o kelebeklerin beyaz ve saf rengi, yaşadıklarımızı düşündükçe, onun güzel ve güler yüzünü düşündükçe Jimin'in en sevdiği mavilere, saçlarının sarılarına, dudaklarının kırmızılığına ve o güzel elma yanaklarının pembeliğine bürünüyordu. Alnımda biriken her ter damlası bu zamana kadar döktüğüm tüm gözyaşlarına inat derimi daha fazla yakıp, beni mutluluğun verdiği o sızının bile daha farklı olduğuna ikna ediyordu. Mutluluğun acı tadının bile farklı olduğuna inandırıyordu.
Etkisi hala süren o güzel anları düşünmeye devam ederken atabildiğim en hızlı adımları atıyor ve bir diğer yandan da heyecanımı bastırmaya çalışıyordum. İçim içime sığmıyordu, çığlıklar atıp dans etmek, hastahanenin danışma kısmına doğru koşup mikrofona saldırarak 'Jimin beni baaaaaaaayaaa seviyor var ya!' diye anonslar geçmek istiyordum. 'Jimin beni öppppttü!', 'O bir melek, o sapsarı bir meleeeek!'
Kendimi sakinleştirmek adına sıraladığım hiçbir cümle bu isteklerimi bastıramıyordu, iyiydik ya biz. Biz çok iyiydik. Rüya gibiydi, asla uyanmak istemediğim ve her şeyin bozulmasından ödümün koptuğu bir rüya gibiydi hepsi. Toz toprak içindeki halimizin yerine güller papatyalar dikili bir çiçek bahçesi kurmuştu kendi elleriyle. Ödüm kopuyordu işte, bir kimse çıkacak da ezecek o çiçeklerimizi diye ödüm kopuyordu.
Kalbim ritmi bozuk bir saat gibi belirli anlarda tekliyor ve kulağıma ilişen nefes sesim, tombul bir köpeğin yokuş çıkarken yaptığı homurdanmaları anımsatıyordu. Bir elim ağzımdaki maskeyi düzeltirken bir diğer elim ise kalbime doğru baskı yapıp siyah Marvel tişörtümü buruşturuyordu. Daha doğrusu, Hoho'nun tişörtünü.
Çıktığım merdivenler ve geçtiğim koridorlar sonrası nihayet kendi odamın önüne gelebilmiştim. Sağı solu kontrol edip hızlı hareketlerle içeri girdiğimde kafamı hiç kaldırmadan ağzımdaki maskeyi kenara fırlatıp ondan kurtulmuş, tek ayak üstünde yatağa doğru zıplayarak bir ayağımdaki spor ayakkabıyı çıkarmaya başlamıştım.
"Hoş geldin." diyen ablamın sesini duyana kadar her şey normaldi. Gözlerim birden kısılmış ve dilim dişlerim arasından çıkmıştı. Bu şimdi sıçtığımız anlamına geliyordu. Kafam hala yere doğru dönüktü, bir elim kavradığı ayakkabıyı çıkarırken bir umut bana öyle gelmiştir, belki de ablam değildir diyerek devam edip diğer ayakkabıma yönelmiştim.
"Naber, Ho-"
"Yoongi." dedi ablam sakin bir ses tonuyla. "Bana bak."
Ayağımı serbest bırakıp dikleştim ve kafamı ağır hareketlerle yukarı kaldırdım. Hoseok refakatçi koltuğunda giydiği hasta kıyafetiyle oturuyordu. Başı öne eğik, iki eli de dizleri üzerinde kenetli haldeydi. Hemen yanı başında koltuğun kolçağına dayanmış, iki kolunu birbirine geçirerek benden bir açıklama bekleyen ablam, pencerenin kenarında ise derin bir nefes alıp olup bitenleri izleyen bir Seokjin vardı.