Keane - Everybody's Changing
Beklenmedik, bilinmedik ve yalnız ama daha kötüsü kalabalık yerlerde kendini gösteren atak türünün her biri hikayenin trajik olduğunu düşündürten türde kemiksiz ama kudretli bir acı verir. Taşaklı laflarla aram hiçbir zaman çok iyi olmadı, doğaçlama oynamayı başarabildiğim anların sayısı çok az ama zaten gerçek bir oyunda oynamayı başarabildiğim anların sayısı da çok az olduğundan kendimi sınama konusunda pek fırsat bulamadım.
Annem bir keresinde bu bahsettiğim türde anlardan birinde feryat figan ağlarken basmıştı beni. Geceleri nadiren odasından kalkıp yanıma gelir. Belden aşağımın çıplak olduğu birkaç kriz atlatmak onun kişisel alanıma saygı duyma ve ergen oğlunun kapısını olur olmaz zamanlarda tıngırdatmadan açmaması gerektiği hususunda yüreklendirdi. Ama annem, sonradan görme yarı köklü ailesine rağmen çocuk psikolojisi ya da iyi ebeveynlik konusunda eğitim görme şansı bulamamış, deneme yanılma yöntemiyle ve anneliği en krizli haliyle öğrenen cahil bir kadın olduğundan saygı göstermesi gerektiği tek kişisel alanımın mastürbasyon sıklığım olmadığını bir türlü kabullenemedi. Krizin kendisi olduğum için ya da belki bunun doğum haritasıyla bir ilgisi vardır bilmiyorum, hayatımdaki her krize müdahale edip yoluna koyabileceği bir distopyada yaşadığı fikrine içli içli inanıyor.
Beni feryat figan bastığı gecede de bağıra bağıra ağladığım tek yer aslında sadece kafamın içiydi. Yorganı başıma çekili ve omuzlarımı da biraz sarsılırken gördüğü anda bunun tek başıma atlatmam gereken bir kriz olduğunu kabullenerek kapıyı çekip çıksaydı dakikalarca ağlamaktan kesilip duran nefesimle fok balığı gibi sıkıntımı açıklamaya çalışırken beni yerin dibine geçirmenin önüne geçmiş olurdu. Ama bunu yapmadı, anlatmama gerek olmadığını söylemedi ya da sakinleşmeme izin vermedi, sabırla bekledi ve bu konuda epey ısrarcı davranarak bunun beni rahatlatacağına inandı.
Bu koyveremezliğin anneliğin verdiği iç güdüden olduğunu tahmin ediyor ve bunun için onu suçlamasam da kendini çıplak bir şekilde dökmek zorunda bırakılmanın neden olduğu utancı hatırladığımda içten içte içerlemekten kendimi alamıyorum. Bütün sorunların çözümünün konuşmaktan geçtiğine inanmak bana kalırsa çaresizliğimizden başka bir şey değil.
Çünkü evrende enerji yok olmaz, her bir enerji türü enerjinin başka bir türüne dönüşür. Ses enerji türlerinden biridir ve ağızdan çıkan her söz başka bir şeye dönüşür, en önce gerçekliğe.
Kendi kendine konuşur ya da kendinle yüzleşip kendi trajikliğine dertlenirken gözüne geçerli görünen bütün sebepler sorunlarına kendini değil de bir başkasını inandırmak zorunda kaldığın ilk anda daha kemiksiz ve kudretli bir acıya dönüşür. Konuştukça hafifleşmek yerine ağırlaşırsın, başkasını ama daha kötüsü sancını paylaşmayan bir başkasını kendine inandırabilmek için daha dayanıklı gerekçeler gerekir.
Gerekçeler gözüne dayanaksız göründükçe zihnin genişletip değiştirir. Konuştukça inanır ve kendine daha deli acırsın. Bugün belki her yüz kişiden kırk beşinde görülen ve yıl rakam kazandıkça sıklaşıp kendini gösteren basit bir anksiyete atağı bile zihnin içinde çirkin bir köşede yaşlı ve yaşadıkça kök kazanan büyük bir travmaya dönüşebilir.
Kafanın içindeki sesle başbaşa kalmanın, lafın lafı açmasının, derdin kendi kendine gerekçelenip çığ gibi yoluna yol katarak ilerlemesinin enerjiye ve gerçekliğe dönüşmedikçe bir sakıncası yoktur.
Çünkü ruh barındıran her canlı işlev ve yaratılış gereği kendini bastırarak inanıp yola devam etmeye meyillidir. Posta güvercinlerinin beyni mekanik ve işleyiş olarak mıknatıslara benzer, yollarını kaybetmezler. Hikayelerindeki ince işçilikli düşünülmüş sarkazm parlak bir yüzey görmeleriyle başlar. Parlak yüzeyler sistematik iletimdeki bir şalteri attırır ve sigortada kopukluk yaratır. Gitmeleri gereken yolu kaybeder, aynı binanın ve bölgenin içinde kafa karışıklığıyla dönüp durur ama hayatta yaptığı en iyi şeyi ve onu turnalardan ayıran yeteneği kaybetmiş hissettirmenin trajedisi başlı başına üç ciltlik bir Dostoyevskiyken, bünyenin çökmesine izin vermeden ve durup dinlenmeden yola devam ederler. Belki histerik bir biçimde düşüp ölene kadar aynı bölgede dolaşıp duruyorlardır ya da belki en sonunda gerçekten şalteri yerine oturtup kafa karışıklığı yaratan tek şeyin parlak yüzeyler olduğunu, aslında görünen yansımanın arkasında bir gerçeklik olmadığını ve bunun sadece kendi akıl oyunlarıyla anksiyetelerinden kaynaklandığını fark edip kabullenerek yola devam ediyor ve geç de olsa mektubu ulaştırmaları gereken yere ulaştırıyorlardır, bilemiyorum. Hikayenin vardığı yerdense esip geçiş şekli ve düşüp ölmek ya da varmak fark etmeden tükenmeden yolu aramaları beni etkiliyor.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
aya benzer yüreğim
Fanfiction''bu ay çöreği çok çirkin'' ''kaderi bu sana benzettim'' ''aya yani'' ''gece güneşini tercih ederim''