Kestane Ağacı kahvesi hemen hemen boş gibiydi. Pencereden içeri dolan güneş ışıkları, tozlu masaları aydınlatıyordu. Saat on beşti. Tele ekrandan teneke gibi bir müzik sesi gelmekteydi.
Winston her zamanki köşesinde oturmuş, önündeki boş kadehe bakıyordu. Arada sırada kafasını kaldırıp karşı duvarda asılı olan, kendisini izleyen koskocaman yüze bakıyordu. BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE, diyordu altındaki yazıda. Çağrılmadan bir garson gelip kadehini ağzına kadar Zafer Ciniyle doldurdu ve içine başka bir şişeden birkaç damla bir sıvı koydu. Bu, kahvenin bir özelliği olan karanfil tadı verilmiş, erimiş sakarindi.
Winston tele ekranı dinliyordu. Şu sırada yalnız müzik çalınıyordu, ama her an Barış Bakanlığından bir haber duyurabilirdi. Afrika cephesinden gelen haberler kötüydü. Bütün gün onun hakkında endişelenip durmuştu. Bir Avrasya ordusu (Okyanusya Avrasya'yla savaşıyordu: Okyanusya hep Avrasya'yla savaş durumunda olmuştu) güneye doğru inanılmaz bir hızla ilerlemekteydi. Öğle bülteninde belirli bir bölgeden söz edilmemişti, ama çarpışmadan Congo Irmağının ağzına kadar ilerlemiş olabilirdi. Brazzaville ve Leopoldville tehlikedeydi. İnsanın bunun anlamını anlaması için haritaya bakması gerekmiyordu. Sorun yalnızca Orta Afrika'yı yitirmek değildi. Bütün tarih boyunca ilk kez, Okyanusya bölgesinin kendisi de tehlikeye girmişti.
İçinde korku değil, ama kayıtsız bir heyecan olan bir şiddet dalgası esti, sonra kayboldu. Savaşı düşünmeyi bıraktı. Bugünlerde, birkaç dakikadan fazla düşüncelerini tek bir noktada yo-ğunlaştıramıyordu. Bardağını kaldırıp bir dikişte içti. Cin hep titremesine neden olurdu, midesini burardı. İğrenç bir şeydi. Karanfil ve sakarin de iğrençti, üstelik cinin en berbat yanı olan o yağ kokusunu bastıramıyorlardı. Cinin kokusu gece gündüz içinde yer etmişti. Kafasındaki o kokuyla karışmıştı. O şeylerin kokusuyla...
Onların adını düşüncelerinde bile açığa vurmuyordu. Mümkün olduğu sürece onları gözünde canlandırmıyordu. Yarı yarıya farkında olduğu, yüzüne yakın bir yerden burnuna çarpan o koku... Cin midesinden geri döndü, mor dudakları arasından geğirdi. Onu bıraktıklarından bu yana şişmanlamıştı, rengi yerine gelmişti. Yüz çizgileri kalınlaşmış, yanaklarının ve burnunun derisi kırmızılaşmıştı, kel başının derisi bile koyu pembe bir renk almıştı. Garson - yeniden çağrılmaksızın- satranç tahtasını ve satranç sayfası açık olan Times'ın son sayısını getirdi. Winston'ın bardağının boşaldığını görünce, bir şişe cin getirerek bardağını doldurdu. Emir vermeye gerek yoktu. Alışkanlıklarını biliyorlardı. Satranç tahtası her zaman onu bekler, köşe masası her zaman kendisi için ayrılmış olurdu. Kimse ona yakın oturmak istemediği için, kahve dolu bile olsa, yeri boş olurdu. İçtiklerinin sayısını tutmazdı. Arada sırada ona kirli bir hesap listesi verirlerdi. Kendisinden az para aldıkları izlenimi vardı Winston'da. Tersi olsa bile fark etmezdi zaten.
Artık çok parası vardı. Eski işinden daha yüksek ücretli, rahat bir işte çalışıyordu.
Tele ekrandan gelen müzik kesildi, birisi konuşmaya başladı. Winston dinlemek için başını kaldırdı. Ne yazık ki, cepheden bir haber yoktu. Bolluk Bakanlığının birkaç duyurusu okundu yalnızca. Geçen üç ay süresince, onuncu üç yıllık planın ayakkabı bağı üretimindeki hedefi, yüzde doksan sekiz oranında aşılmıştı.
Satranç problemini inceledi, taşları yerleştirdi. İlginç bir bitişi vardı, iki at hareketiyle sonuçlanacaktı. "Beyazlar oynar, iki hareketle mat." Winston Büyük Biraderin posterine baktı. Bulutlu bir gizemcilikle, "Beyaz her zaman mat eder," diye düşündü. Her zaman, istisnasız, satranç problemlerinde siyahların kazandığı hiç görülmemiştir. Bu, İyinin Kötü üzerindeki değişmez, sonsuz zaferinin imgesi miydi? Kocaman yüz, dingin bir güçle dolu, ona bakmaktaydı. Beyaz her zaman mat eder.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
1984
Actionİngiliz yazar George Orwell'in 1949 yılında yayımlanan ve kısa sürede kült mertebesine erişmiş eseri 1984, 1949 yılında yayımlanmıştır. Distopya türünde bir roman olan 1984, "Büyük Birader", "Düşünce Polisi", "101 Numaralı Oda", "2+2=5" gibi çeşitli...