İLK SAHNE

574 49 12
                                    


1.GÜN

Gürültülü bir ses yankılandı karanlığın hakim olduğu gökte. Gecenin en koyu vaktinde tüm göğü ve yeri beyaza boyayan bir şimşek peyda oldu gökte. Her şey saliselik bir zaman diliminde yaşandı. O kısacık aydınlık zamanda şeytan kalbinde taşıdığı günahı bütün insanların kulağına üfledi. Nefret kokan nefesi tüm insanoğlunun zihnine işleyip oraya yerleşti. O kısacık aydınlık zaman yerini yeniden güçlü bir karanlığa bırakıp, gecenin önünde diz çökünce şeytanın insanoğlunun zihnine yerleştirdiği o günahlar birer birer dallanmaya başladı. Girdiği bütün zihni ele geçirmek için dallarıyla sarmaya başladı bütün anıları, yaşanmışlıkları, geçmişi ve hatta geleceği bile.

Şeytan, o gece, o kısacık aydınlık zamanda, bütün insanoğlunun kulağına günahı fısıldadı.

Şeytan, o gece, o kısacık aydınlık zamanda, uzun zaman dünya üzerinde hüküm sürecek olan kötülüğü işledi insanoğlunun zihnine.

Ve şeytan, o gece, o kısacık aydınlık zamanda, bütün dengelerini alt üst edecek hamlesini yaptı insanoğlu ile oturduğu satranç masasında.

Şahını öne süren şeytan, insanoğlunu mat edecek o hamleyi yaptı.

Ve insanoğlu hiçbir şansı olmadan oturduğu o satranç masasında, şeytana karşı mat oldu.

Yağmur damlaları, kuru toprağa büyük bir hızla düşerken sonbaharın geldiğini haber veren kuru yapraklar teker teker dökülmeye başladı. Dallara tutunan birkaç yapraktan başka yeşillik yoktu hiçbir ağacın üzerinde. Baharın ilk yağmuru düşmeye başlamıştı yeryüzüne. Ölü yapraklar tamamen toprağa gömülmek üzere düşüyordu yere. Yaşayan son birkaç yaprak ise var güçleriyle tutunuyordu en ufak rüzgarda kırılacak kadar güçsüz olan ince dallara. Yaşamak için ümit eden o yeşil yapraklar tıpkı insanlara benziyordu. Hayat, en ufak bir bıçak darbesiyle kopabilecek kadar ince bir ipti ve insanlar ölümün elleri arasına düşmemek için o ipe sıkı sıkıya tutunuyorlardı, tıpkı o yeşil yaprakların ince dallara tutunduğu gibi. Nitekim ikisinin de sonu aynı oluyordu. Günün birinde bir rüzgar esiyor, o dal kırılıyordu. Ve günün birinde Azrail çıkageliyor, elindeki tırpanı dokunduruyordu o ince ipe. Kopuyordu ip, düşüyordu insanoğlu ölümün koynuna.

İşte ölüm bu kadar basitti. Peki, yaşam neydi?

Yaşam bir balığın suyun altında nefes alması kadar mucizevi miydi, yoksa bir insanın yerin üstünde soluk soluğa kalması kadar acı verici miydi?

Yoksa yaşam bir insanın suyun altında nefes alamaması kadar imkansız, bir balığın yerin üstünde ölüşü kadar acımasız mıydı?

Belki yaşam bunlardan ibaretti ama yaşayan her canlının nefes almak için belirli bir yeri vardı. Hiçbir canlı ait olduğu yerden başka yerde yaşayamazdı. Bir balığı karada, bir insanı denizin dibinde yaşatamazdınız. Herkes ait olduğu yerde kalmalı, ait olduğu hayatı yaşamalıydı. Bazen ait olmadığımız hayatlara göz diker, o hayatları yaşamak için elimizden geleni yapardık. Nitekim en büyük acıları da bu zamanlarda yamalardık sırtımıza. Her şey açık ve net bir şekilde belliydi aslında. Ulaşamadığın rafa zıplayarak ulaşmaya çalışırsan o rafta olan şeyleri kırıp kendine zarar verirdin. İnsanoğlu ve onun hırsı da tıpkı buna benzerdi.

İnsanın en büyük düşmanı yine kendisiydi.

Ve bir düşmanın karşısındakini yıkabileceği en kolay yeri hırslarıydı.

Hırs, insanoğlunun zaafıydı.

Yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Koridor bir hayli karanlıktı, saat gece yarısını çoktan geçmişti. Biraz sonra nöbetçi hemşireler bile daldıkları uykudan uyanacaklardı. Koridoru aydınlatan lambaların sağlam olup olmadığı konusunda kararsızdı ancak bir yanıp bir söndüklerine bakılırsa lambalar sağlam falan değildi. Dışardaki rüzgar, yarım açık bir halde duran pencere pervazlarından içeriye sızıyordu. Koridorda adını koyamadığı bir uğultu vardı ve onu uyandıran parçalanma sesinin nereden geldiğini merak ediyordu. Rüzgar mı devirmişti yoksa birileri mi geziniyordu ortalıkta, bilmiyordu ancak bulacaktı. Yanından geçtiği her kapının ardında bir başka insanın olduğunu biliyordu. O insanlar herkesten soyutlanmış durumdalardı. Acı, aşk, mutluluk, keder ve daha nice duyguyu kararında yaşayamıyorlardı ve bu yüzden insanlar tarafından buraya itilmişlerdi sanki bütün insanlar duyguları kararında yaşıyormuşçasına. Garipti. Asıl sorun onların buraya itilmesi değil, itilirken onlarca şey yaşatılmasıydı. Bir insanın bir insana yapacağı en büyük kötülük onu kendisiyle cezalandırmaktı, sonuçta insanın kendinden başka düşmanı yoktu dünyada. Her şeyini bilen, zaaflarının farkında olan, her an senin yanında olan bir başkası daha yoktu. Sen biliyordun aynanın karşısına geçtiğin zaman ne düşündüğünü, sen biliyordun yolda yürürken nereye baktığını ve sen biliyordun yalnız kaldığında nelerle başa çıkmaya çalıştığını. Bu yüzden zaaflarını en iyi kendin bilir, kendini de en iyi kendin yaralayabilirdin.

Koridorun sonuna yaklaştığında sağa mı yoksa sola mı döneceğine karar veremedi. Bakışları sola doğru döndüğünde açık olan herhangi bir pencere göremedi. Ancak sağ tarafında, koridorun hemen sonunda aralık duran bir pencere vardı. Bu da sağa doğru gitmesi gerektiğini işaret ediyordu ona, kırılan şey her neyse rüzgardan düşmüş olabilirdi. Yavaş adımlarla sağa doğru döndü ve teker teker odaların önünden geçti. En sonunda, merdiven boşluğuna açılan kapının önüne geldiğinde kaşları çatıldı. Merdivende parçalara ayrılmış bir vazo duruyordu, parçalanmış vazodan akan kokmuş su merdiven boşluğuna dökülüyordu ve yine o kokmuş sudan beslenen çürümüş papatyalar merdivenin dört bir yanına dağılmış durumdaydı. Kuruyan boğazını temizlemek istercesine öksürdü, sesi merdiven boşluğunda yankılanırken yavaş adımlarla, filesi yırtılmış olan boşluğa doğru ilerledi. Bakışları yırtılmış olan filenin aşağısına, merdivenin en alt kısmına kaydığında dudakları arasından korku dolu bir çığlık koptu.

Baktığı yerde ölümün izleri vardı. Baktığı yerde şeytanın nefesi esiyordu. Baktığı yerde karanlığın o korkutucu sessizliği hakimiyet sürüyordu.

Baktığı yerde kanlar içinde bir ceset duruyordu.

Elleri zangır zangır titredi, dudakları soğuktan değil korkudan dolayı kıpırdadı ve dişleri ritmik bir şekilde birbirine çarpmaya başladı. Yavaş adımlarla merdiven basamaklarını inmeye başladı. İlk basamağa adımını attığında ayaklarının altında parçalara ayrılan vazonun daha çok parçalara ayrıldığını hissetti. Çıplak ayağına batan cam parçası canını ne kadar yakarsa yaksın ses çıkarmadı, çıkaramadı. Zira şu an kendisinde değildi, merdiven boşluğuna düşen ve kanlar içindeki o ceset bütün zihnini ele geçirmiş durumdaydı. Ayak tabanlarından sızan kan, bastığı bütün merdiven basamaklarına izini bırakırken basamakları inmeye devam etti. Biliyordu ki bugünden sonra, baktığı yerdeki ceset toprağın altına girecekti. Gömülen yalnızca bir beden olmayacaktı. Biliyordu ki mezara giren yalnızca birkaç kilo beden değil, onlarca hayalle dolu bir insandı. Geçmişiyle, geleceğiyle, hayalleriyle o toprağın altına giren yıllarca içine hapsettiği ruhu özgür bırakacaktı.

Ruh özgür kalmak için bir bedenin ölümüne sebep olacaktı. İşte bu yüzdendi bir bedenin, bir ruhtan daha masum olduğunu savunma sebebi. Ruh, özgürlüğü için bedenin ölümüne ses çıkarmazken beden, ruha bir şey olmasın diye çırpınırdı yıllarca.

Sessizliğin büyük bir gürültüyle etrafa dağıldığı vakitte merdiven basamaklarını inerek cesedin bulunduğu kısma kadar geldi. Gece, öylesine ürkütücü bir karanlık yayıyordu ki etrafa, tüyleri nöbet başında bekleyen askerler gibi dimdik konuma geliyordu. Son basamağı da inerek karşısında durduğu cesede doğru ilerlemeye başladı. Simsiyah saçları kan gölüne dönmüş yerde kızıla boyanmış durumdaydı. Etrafa yayılan kanın kokusu, merdiveni sarmış durumdaydı. Ölüm, daha yeni gerçekleşmişti. Titrek adımlarla ilerlemeye devam etti. Cesedin yanına geldiğinde bütün cesaretini toplayıp yavaşça yanında diz çöktü. Yerde yatan bedeni tanıyordu, tanıdığını biliyordu. Ancak nereden tanıdığı ile ilgili bir düşünceye sahip değildi, bütün fikirler pılını pırtını toplayarak çekip gitmişti zihninden. Zangır zangır titreyen elini yavaşça yerde yatan kızın boynuna doğru götürdü ve iki parmağını kızın şah damarının üzerine bastırdı. Bir süre bekledi ancak nabız yoktu. Elini geriye çekeceği sırada yerde yatan kızın gözleri hızla sonuna dek açıldı. O an bütün dünya durdu. Zaman akmadı. Dudakları arasından yüksek sesli bir çığlık peyda olurken çığlığı bütün merdiven boyunca yayıldı ve tüm hastaneye dağıldı.

Azrail, henüz işini bitirmiş değildi.

Ve ölüm, henüz yeryüzünden elini eteğini çekmemişti.

***

6, YAKINDA RAFLARDA OLACAK.

UMARIM İLK SAHNEYİ BEĞENMİŞSİNİZDİR.

SEVGİYLE KALIN. SİZİ SEVİYORUUUMM!

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: May 24, 2019 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

6 (KİTAP) Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin