İzmir'de oldukça fazla siyah Honda vardı. Çoğunun plakası E ile başlıyormuş gibi geliyordu. O gittiğinde fark etmiştim. Karşıdan karşıya geçerken yol veren oldukça fazla siyah Honda vardı. Bazı camların arkasında gördüğüm yüzler bize aitti. Bir kolumu camdan dışarı uzatmış bir halde ona bakarken yola odaklanmış gözleri parlaktı. Öyle parlaktı ki güneşin bir parçasını alıp kirpiklerine ekmiş zannederdiniz.İzmir'de oldukça fazla trafik vardı. Trafik siyah Hondalar ile doluydu. Arabanın sahipleri hep birbirlerine benziyordu. Sanki ismini haykırsam camdan dışarı bakacakmış gibiydi.
Yayaya yeşil yandığında ona ait olan tüm yüzler kaybolurdu. Siyah Hondalar eskisi kadar güzel gelmezdi. Çiçekli elbiseme bakıp gülen o adam, o gün ne giydiğimi bile bilmezdi. Mangal yapalım diye ısrar ettiği günler, takviminden eksilmişti. Artık babasıyla kavga etmiyordu. Kız kardeşini okuldan almıyordu. Zaten kardeşi de okula gitmeyi bırakmış, öyle duydum.
Geceleri evimin önünde duran siyah Honda artık yoktu. Penceremde zorlanmaktan aşınmış olan paslı vida artık pencereyi açarken o kadar da çok gıcırdamıyor. Yırtık telleri değiştirdik. Değiştirirken bir bebek gibi ağladım. Kimse neden ağladığımı sormadı. O gidince dudaklarım mühürlenmişti sanki ama basit bir tel parçası barajı yıkıyordu işte. Pencereyi pek açmıyordum. Ama olur da gelirse diye bir merdiveni hep kenara bırakıyordum. Işık hep açık dururdu koridorda.
İkinci el olan küçük teybimizde sürekli aynı şarkı çalıyordu. Ağlaya ağlaya kalmadı gözlerimde yaş...
Her şey aynıydı ama bir o kadar değildi.
Viran ve ben küçük bir mahallede beraber büyümüştük. Asıl adı Viran değildi ama mahallede herkes böyle çağırırdı onu. Doğduğu yıl bir deprem olmuş, Urfa; Viranşehir'de. Depremin olduğu günün gecesi Viran o yıkıntının içinde doğmuş. Böyle seslenmişler ona hep. Annesi Zeynep teyze hep bundan mı böyle öfkeli oldu bu çocuk deyip konuşurdu. Şimdi ağzını bıçak açmıyormuş.
Benden üç yaş büyüktü. Futbol oynamaya bayılırdı. Annesi pide kuyruğuna girsin diye topunu elinden alındığı gün babamın fırınında tanıştık. Viran ile ilgili hatırladığım ve belki de soluklarını unutsam da bunu unutamam diyeceğim tek şey, bakışlarıydı. Kapkaraydı gözünün bebeği. İçinde bir yerlerde büyüttüğü bir öfke vardı. Kirpikleri bakışlarını ne zaman örtse o öfke yok olurdu. Daha sonra keşfetmiştim ki bir de ben ağlarken kapanırdı gözleri.
Sonra...nefret eder olmuştum bu kelimeden. Bizi bu hale getiren tek bir 'sonra'dan ibaretti.
Babam öldüğünde on beş yaşındaydım. Cenazede hiç ağlamadım. Eve dönüp masada her akşam getirdiği pidelerden göremeyince de susmadım. Koştukça koştum. Babamı daha sabah gömdüğüm toprağa canhıraş koştum. Yokluğunu o gün idrak etmiştim. Gittiğimde onu gördüm. Benim güzel çocuğum oradaydı. Sanki geleceğimi biliyormuş gibi. Biz, öyle biz olabilmiştik. Ondan sonra her gece gelmişti. Ablam onu eve almıyor diye gizli gizli pencereden girerdi. Hep aynı şarkıyı söylerdik. Ben uyuyana dek bekler sonra da giderdi. Hiç olmamış gibi.
Tam da şu andaki gibi.
Belki de beni alıştırıyordu. En başından beri gideceğini biliyor muydu?
Siyah bir Honda korna çaldı. Özür dilercesine elimi kaldırdım. Sadece bir an, kısa bir an arabada onun olduğunu düşündüm. Yüzünü hayal etmek on saniyeden fazla zamanımı aldı. Bir kaldırıma oturup ağlamak istedim. Sevdiğim adamın yüzünü on saniyede hatırlayamadığım için, bana bunu yaptığı için ağlamak istedim.
Yapamadım.
Yolu uzatıp arka sokağa saptım. Cebimde titreşen telefonu önemsemedim, kimin aradığını biliyordum. Konuşmak istemiyordum hele ki Viran'ı düşünürken onunla konuşmak her şeyi olduğundan daha yanlış hissettiriyordu. Hala ona ihanet etmiş gibi hissetmem normal miydi? İki buçuk yıl geçmişti. Yoktu, gelmeyecekti. Hala var mıydı bilmiyordum bile. Varsa hiç beni düşünüyor muydu? Bunu düşünmek aklımı kaybetmeme neden olacaktı. Ona dair hiçbir izin olmayışı beni gün geçtikçe daha da kötüleştiriyordu. Omuzlarım üşüdü. Hırkaya biraz daha sarıldım. Telefon birkaç çalıştan sonra sustu, pes etmişti. Kolumdaki saate baktım, beşi çeyrek geçiyordu. Sağa döndüm. Gün, her zamanki gibiydi. Pencereler doluydu. Çocuklar sokakta top oynuyordu. Maç yapanlar, "Abla çekil!" diye sızlanıyordu. Telefonum tekrar çaldı. Belki de pes etmemişti. Cebimdeki telefona baktım ama arayan o değil, ablamdı. Ekrana ışığı sönene dek baktım ve tekrar cebime koymaya hamle yaptım ama telefon tekrar çalmaya başladı. Sesini kapatıp bu sefer çantaya attım.
Eve yaklaştığımda çantamdan anahtarları çıkardım. Ablamın evde olduğunu düşünmüştüm. Bu saatlerde çoktan gelmiş olurdu.Kapının önünde duran ayakkabılar yoktu. Sabah uğramıştı belki de. Gün boyu dışarıda başıboş bir şekilde gezdiğim göz önüne alınırsa yüksek bir ihtimaldi buraya gelmesi.
Ama tuhaftı. Tuhaf hissettiren bir şey vardı. Çocukların sesleri sanki çok uzakta kalmıştı, evimizin önü çocuklarla dolu değildi. Garip bir düzen vardı.
Anahtarı yuvasına yerleştirdim. Kilitli değildi. Önce kaşlarım çatıldı, ayakkabılarımı ayağımdan itekleyerek çıkartırken arkama baktım. Gündüz gözüyle hırsız girecek değildi ya.
Çantaya attığım telefona gitti elim. Telefonu parmaklarım arasında iyice sıktım. Hafifçe öksürdüm. Eğer içeride biri varsa diye geldiğimi belli etmeye çalıştım. Kapıyı aralık bıraktım, ayakkabıyı arasına koydum. "Abla?" diye seslendim içeriye. Olmadığını biliyordum. Sessizdi, girişteki anahtarlıkta anahtarı da yoktu. Her şey aynıydı. Tıpkı diğer günler gibiydi.
Kendime bir şey olmadığını söyledim. "Paranoyaklaşma." Bir yıl önce olsaydı, onun geldiğini düşünürdüm. Kendimi buna ikna eder ve belki de onu görmeden ağlamaya başlardım. Ama artık her şey daha farklıydı. Gelmeyeceğini kabul etmiştim fakat gidişini değil.
Çantayı portmantoya koyup terliklerimi giyerken telefonum tekrar titremeye başladı. Ablam yine arıyordu.
Terlikleri giyip telefonu açtım. "Abla?"
"Neredesin?" Sesi kısıktı ve pek de mutlu gelmiyordu.
"Eve geldim şimdi, sen neredesin?"
"Girdin mi?" diye sordu. "İçeri girdin mi?"
"Ne oluyor yahu? Neyin var senin?"
Ablamın sabırsız ses tonu hattın diğer ucundan yankılandı.
"Eve girdin mi diye soruyorum, cevap ver!"
Artık bağırmaya başlamıştı. Oturma odasına doğru ilerledim. Kaşlarım iyice çatıldı. "Abla-"
Belki de siyah Hondalar o kadar çok artmamıştı. Belki de artmıştı. Evin arkasındaki merdiven hala yerinde miydi? Teybin sesini açık mı bırakmıştım yoksa, kulağımda şarkının sözleri dolanıyordu. Zaman benden bu kadar çok şey alırken ona karşı nasıl bu kadar vefalı davranmış olabilirdi? Hayal ediyorum, dedim kendime. Bakışlarını hayal ediyordum. Öfkesini. Yastığım ıslaktı, birazdan ışık açılacak; ablam beni kontrol edecekti. Uyuyormuş gibi yapacaktım.
"Sevenler ayrılmaz diyordun ne oldu,
Bırakıp da gittin beni bir başıma..."
Gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtım. Telefondan ablamın sesi geliyordu. Telefon elimden düştü. Ablam şimdi halının üzerinde bağırıyordu.
Viran bana baktı.
Kirpiklerinin tıpkı bir ağacın akşam güneşini örttüğü gibi öfkesini örtmesine izin verdi.
İki buçuk yıl, gözlerimden akmaya başladı.
Gelecekten bir kesit. Geçmiş-gelecek şeklinde ilerleyeceğiz. Umarım beğenirsiniz. Yorumlarınızı eksik etmeyin.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VERKA.
Teen Fictionbir yabani güvercin penceremin çivisine kanadını sürttü. kan aktı aktı. sonra mürekkebe dönüştü.