heaven's gate

744 119 31
                                    

14 Şubat 2003

Crowley şu anda olduğu yere nasıl geldiğini bilmiyordu. Aklı tamamen dolu ve dağınıktı. Son hatırladığı şey bir barda viski içtiğiydi ve şimdiyse Aşağı'nın karanlık koridorlarında yürüyordu. Nasıl başardığından emin değildi ama Beelzebub Efendi'yle bir görüşme ayarlamıştı ve şimdi onun huzuruna gidiyordu. İğrenç kokan koridorun sonuna geldiğinde paslı kapı açıldı ve kokuşmuş tahtında oturan, böcekten hiçbir farkı olmayan Beelzebub göründü.

“Crowley,” dedi, Cehennemin Kralı. Sesi tiksintiyle doluydu. İblis ise ona aynı tiksintiyle karşılık verdi: “Beelzebub Efendi.”
“Ne istiyorsun?” Beelzebub tiksinti dolu selamlaşma faslını uzatmadan doğrudan sadede gelmek istiyordu. Crowley şeytanice sırıttı.
“Oh, hayır. Ben bir şey istemiyorum,” dedi. “Ama siz.. Siz savaş istiyorsunuz, değil mi? Meleklere karşı büyük savaş.” Tahta adım adım yaklaşırken gözlerinin içindeki ürkütücü parıltılar giderek artıyordu, o da uzatmak istememişti. “Savaşalım o zaman, ama bu defa kazanacağız.”
“Ne saçmalıyorsun seni aptal?” Beelzebub ona bir deliymiş gibi baktı.
“Diyorum ki, gidelim ve Cennet'in kapısını kırıp girelim. Ama bir şartım var.”
Crowley'nin kafasında neler döndüğünü anlamak mümkün değildi. Öyle hiddetliydi ki, sarı gözlerinde kızıl alevler parlıyordu adeta. Beelzebub rahatsızca kıpırdandı yerinde, kafasının etrafındaki sinekler de onunla uyum içerisinde vızıldadılar. “Neymiş şartın?”
“Michael'ı ben öldüreceğim.” Crowley'nin bu sözü üzerine Beelzebub 'hah'ladı. Neler döndüğünü anlamaya başlamıştı. “Demek sorun bu. Melek sevgilinin intikamını istiyorsun?” dedi, alayla. Ardından öfkeli bir tonda devam etti. “Ne cürretle buraya gelirsin? Ne cürretle sevgilinin intikamı için bizden yardım istersin? Alın şunu karşımdan.”

Bu sözlerin üzerine birkaç alt kademe iblis içeri girip Crowley'i götürmeye hazırlanıyordu ki Beelzebub elini kaldırarak onları durdurdu. “Sakın ona ellerinizle dokunmayın. Bu hain, bir meleği düzdü. Muhtemelen kutsal suyla yıkanmış gibidir, dokunduğunuzda sizi yok edebilir.”
İblisler korkuyla uzaklaşırken ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Yılanı atmaları söyleniyordu ama nasıl atacaklardı ki?

Onları bu dertten kurtararak, “Hepinizi sikeyim,” dedi Crowley. Ardından bakışları bir köşeye sinmiş Cehennem Dükü'nü buldu. “Özellikle de seni sikeyim, Hastur.” Buradan iş çıkmayacağını bilmeliydi, ama denemekten de zarar gelmez diye düşünmüştü. Korkmuş iblislerin arasından sert adımlarla geçerek oradan ayrıldı. Buradan da atılmaya hiç niyeti yoktu. Geldiği yoldan geri giderek Dünya'ya döndü.

Bu sırada Aziraphale, saatlerdir Crowley'e ulaşmaya çalışıyordu. Ancak onu ne kadar arasa da iblis bir türlü telefonu açmıyordu. En sonunda evinde olmadığı düşüncesinde karar kılarak aramaktan vazgeçti ve dışarı çıktı. Crowley'nin sık sık uğradığı yerleri dolaşıyor, iblisten bir iz arıyordu. Ritz'e, St. James Park'a, yakın çevredeki barlara ve daha birçok yere bakındı. Hiçbir yerde yoktu. O anda aklına diğer ihtimal geldi; Cennet. “Oraya gitmemiştir, değil mi? Hayır, bunu yapmaz.” Kendi kendine konuşarak, endişe içerisinde sokaklar arasında koşuşturmaya devam etti. Kısa bacaklarıyla aldığı uzun yollar ve çok yemenin bir dezavantajı olarak çabucak yorulmuş ve nefes nefese kalmıştı. En sonunda bir köşe başında soluklanmak için durdu. Çoktan akşam olmuştu bile.

Mutsuzdu, çok mutsuzdu. İnsanların içindeyken düzgün davranması gerektiği için bile mutsuzdu. Tek dostu onu terk etmişti, üstelik kendisini savunduğu için ona kızması sebebiyle. Halbuki Aziraphale ona kızmıştı, çünkü Michael'ın ona zarar verebilmesinden korkmuştu. Crowley uzun bir süredir kendini düşünmeden hareket ediyordu. Saçmalıyor, kendini riske atıyordu. Bunun, ona kızmasının kötü olabileceğini hiç düşünmemişti, melek. Şimdiyse farkındaydı, nankörlük etmişti ve pişmanlık onu ele geçirmişti. Yorgun adımlarını bir umutla ana girişin olduğu plazaya yönlendirdi.

Crowley'e geri dönersek, içtiği onca alkolden ve cehennemde geçen verimsiz dakikalardan sonra, plazanın önündeki arabasında harap olmuş bir hâlde oturuyordu. Yukarı'ya tek başına dönemezdi, bu defa Michael'ın onu bu kadar az hasarla bırakmayacağını biliyordu. Şu anda bir ateşkesin söz konusu olması, o yoldan çıkmış aşağılık meleğin kendisini öldürmesine engel olmazdı. Gabriel orospu çocuğunun teki, derdi daima fakat onun bile hukuka aykırı davranış gösteremeyeceğinden emindi. Eh, ne de olsa bir melekti. Gerçi Crowley'nin bakış açısından, Aziraphale dışında hiçbir meleğin gerçekten birer melek olduklarını sanmıyordu. Michael ise hepsinden farklıydı. O, Tanrı'nın gözdesi olmasaydı Cennet'te kalamayacak kadar asi ve ne olursa olsun kendi bildiğini yapan biriydi. Kendisinden başka kimseye güvenmez, sorunlarını da yine kendi yöntemleriyle çözerdi. Crowley onu yeterince tanıyordu, sonuçta bu çağlar önce de olsa bir zamanlar -aşağıya doğru bir gezintiye çıkmadan önce,- onunla aynı yerde bulunmuştu. Sonra bir an Michael'ın kendisine yapabileceklerini düşündü. Ne önemi vardı ki? Nasılsa artık Aziraphale de yoktu. Yapayalnızdı, başlangıçtan beri ilk defa bu kadar yalnızdı. Ne bir dostu, ne de bir tarafı vardı. Ölürse kaybedeceği hiçbir şey olmazdı.

Bir süredir elinde tuttuğu, çoktan bitmiş olan viski şişesini arka koltuğa atıp Bentley'den indi. Plazaya yürürken bu defa Yukarı'ya çıkan merdivenleri kullanacaktı ki, duyduğu sesle olduğu yere çivilenmişti.
“Crowley!” Başını sağa çevirdiğinde Aziraphale'in, tıkanmış bir hâlde kendisine doğru koştuğunu gördü. Zavallı melek bitap hâlde yanına ulaştığında kollarını yakaladı ve ona tutunarak soluklandı. Crowley hiçbir tepki vermiyor, sadece yaslanıp dinlenmesi için meleğe destek oluyordu. Bir dakika içerisinde daha iyi görünen Aziraphale, “Her yerde seni aradım,” dedi. Sesi sitem doluydu, ama gözlerindeki bakıştan ne kadar endişeli ve üzgün olduğu belliydi. “Ben aptal değilim, Crowley. Oraya gidersen olacakları biliyorum, seni öldürürler. Bu bir intihar.”
“Ben de öyle düşünmüştüm.” İblis gizleyemediği bir buruklukla güldü. Sözleri Aziraphale'i yeniden kızdırıyor olsa da bu defa kendini tuttu ve Crowley'nin yuvarlak gözlüklerini çekip almadan önce mırıldandı: “Bana bak, Crowley. Kendi tarafımızı seçtik, unuttun mu? Bu işin peşini bırak, çünkü ölmeni istemiyorum.”

O anda, gözlüklerin ardından ortaya çıkan sarı halkaların çevresindeki kızıllıkları fark etti. O kadar kızarmışlardı ki, üstelik iblis leş gibi viski de kokuyordu. Aziraphale şaşırdı, çünkü Crowley'i bu şekilde bulmayı beklememişti. Onu bu şekilde gördüğü son seferi anımsadı sonra. Yılbaşının ardından geri döndüğünde, Crowley tamamen dağılmıştı. İblisin göründüğünün aksine ne kadar hassas olduğunu biliyordu, ancak şimdi bu kadar kadar umutsuzluğa kapılacağını düşünmemişti. Sonuçta öfkeyle kitapçıyı terk eden oydu, görüşmeyeceklerini söyleyen de oydu. “Ah, seni ihtiyar yılan..”

Aziraphale'in bir anda beline dolanan kollarıyla Crowley irkildi. Çok uzun bir süre olduğu için unutmuş olabilirdi aslında ama şimdilik bildiği kadarıyla bu bir ilkti. Melek ona daha önce sarılmamıştı. Hem de böyle sıkıca, gideceğinden korkar gibi hiç sarılmamıştı. Saatler sonra yılanın yüzünde ilk gerçek gülümseme belirdiğinde, gözlerini yumup bir süre bunun tadını çıkardı. “Teşekkür ederim,” diyordu, Aziraphale. “Şimdiye dek aldığım en güzel hediyeydi.”
“O bir Sevgililer Günü hediyesiydi, şimdi kollarını üzerimden çek.” Huysuzlukla kollarını ittirdi meleğin, ama bunu içinden gelerek yaptığı söylenemezdi. Yalnızca ona karşılık verecek kadar sevgi gösterilerine alışkın değildi. Hâlâ bir alışma sürecindeydi de diyebiliriz. Aziraphale geri çekildiğinde parlayan gözlerini iblisinkilere dikip gülümsemişti. “Yüzyıllar boyu saklamışsın.”
“Aaa, sen kitabı diyorsun? Ben çiçeklerden söz ettiğimizi sanıyordum. Eh, küçük şeytani mucizelerimden biri, koruması zor olmadı.” Tabii ki yalan söylüyordu. Defalarca kez mürekkebi dağılmış, rutubetlenmiş, bitlenmiş, yırtılmış, kaybolmuştu. Hatta bir keresinde birileri kitap için Crowley'nin peşine bile düşmüştü. Peki, tüm bunlar kitabın başına nasıl mı geldi? Orası biraz karışık.

“Kardelenler.. Onlar da çok güzeller, hayatım. Çok teşekkür ederim.” Aziraphale yüzündeki tatlı gülümsemeyle bakışlarını kaçırdı. Elinde tuttuğu gözlüğü iblise geri vererek kollarını ondan çekmişti. “Hadi eve dönelim,” derken yol kenarındaki Bentley'e ilerlemeye başladı. Crowley ise yüzünde takılı kalmış olan gülümsemeyle başını salladı ve onu takip etti. Gardını, onun dudaklarından adını duyduğu anda indirmişti zaten. Öfkesi, kırgınlığı ve mutluluğu bile meleğin bir kelimesine bakıyordu.

×××

Finale çok yaklaştık. Baya baya yaklaştık.
Birer gün arayla mı paylaşsam artık?

good old-fashioned lover boy | good omensHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin