"A-aaa! Acıyor! Ah çok acıyor!" "Biraz yavaş olsana Estelle. Görmüyor musun canı yanıyor." Hemşire Estelle, Acwell'e doğru dönüp, olabilecek en ters bakışını attı ve elindeki, yaramı dikmekte kullandığı iğneyi, ona doğru tehditkar bir şekilde tutarak konuştu. "Bana bak komutan. Bir kez daha işime burnunu sokarsan, iki dudağını da birbirine dikerim, demedi deme!" Ardından yarım bıraktığı işine geri dönerek, söylenmeye devam etti. "Kızı bu hale getiren benmişim gibi, birde hala utanmadan konuşuyor. Şu yaraya bak! Soğan doğrar gibi doğramışsın zavallıcığın kolunu. Şükürler olsun ki merhamet edip de, atardamarı teğet geçmişsin!" Acwell gözlerini kolumdan ayırmadan, sanki benim yerimde olan kendisiymiş gibi yüzünü buruşturuyordu. "O kadar kötü mü?" Estelle'in, ortalığı daha fazla velveleye verip, onun kalbini kırmaması adına, fırsat tanımadan lafa atladım. "Hayır, abartılacak bir şey yok. İyiyim be- Aaa!" "Tabi, tabi hiç bir şey yok. O yüzden de, iki hafta boyunca sargıda kalacak."
Son işlemleri de halledip, sargıyı boynuma sabitledikten sonra bana doğru eğilerek, Acwell'in de duyabileceği tonda, her zamanki klasik nasihatlarından birinde bulundu. "Alex kızım bak. Bu erkeklere taviz verdikçe tepene çıkarlar. Hiç alttan almayacaksın bunları. Çatır çatır söyleyeceksin ne düşünüyorsan. Hele bu Acwell yok mu? Tam..." Sözlerini tamamlamasına izin vermeden, Acwell eliyle onun ağzını kapatıp, kollarının arasına sıkıştırdı. "Bende seni seviyorum, tatlı Estelle'im benim." Bir kaç çırpınıştan sonra serbest kalıp, onu tutan eline şaplak attı. "Öf bırak be, bırak! Hepiniz aynısınız işte! Yavru kedi gibi yapışırsınız insana. İşiniz bitince de, cehennem olup gidersiniz. Ömür törpüleri!"
Kocası onu terk edip, başka bir kadınla evlendiğinden beri erkeklerden nefret eder hale gelmişti. Yıllardır sarayda hangi kızı yakalasa, hangi muhabbete dahil olsa erkekleri kötüler, onlarla ilgili iç karartıcı hikayeler anlatıp, bizleri daima uyarırdı. Tüm bunlara rağmen, merhameti sınır tanımayacak kadar güçlüydü. O, sarayın, tatlı sert dul hemşiresi, Estelle annesiydi. "Senin yarana bakıldı mı?" Acwell uysalca başını sallayarak onu onayladı ve yanağından bir makas aldı. "Beni seviyorsun, inkar etme." Bıkkınca gözlerini devirip, Acwell'in eline bir şaplak daha attı. "Pansuman için revire uğramayı unutmayın. Başımın belaları." Ona uçan bir öpücük yollayıp, arkasından el salladım. "Teşekkürler."
Kaşımın üzerinde ve kulağımın kepçesinde tamponlar, kolumda, sıkı sıkıya sarılıp boynuma sabitlenmiş bir sargı ve çeşitli yerlerimde ki yara bereye sürülmüş ilaçlarla beraber, nihayet tedavim bitmişti. Acwell'e ise, yalnızca sırtından göğsüne doğru dolanan bir bandaj yapmışlardı. Üstünü tekrar giyip, karın kaslarını örtene kadarda, gözlerim başka bir noktaya odaklanmayı reddetmişti adeta. Bunun dışında, yediği yumruklardan dolayı şişip morarmış olan gözünün üzerine, elindeki bir torba buzu bastırıyordu. İkimizde tamamıyla, şu bitkisel merhemlerden kokuyorduk ve bu, sürekli olarak burnumun sızlamasına neden oluyordu. "Hadi gidelim artık." Koluma girerek, beni oturduğum yerden kaldırdı. "Neden kendinde yaralı değilmişsin gibi davranıyorsun?" "Bana dikiş bile atılmadı Alex." "Sanırım vicdan azabı çekiyorsun." Gözlerini yürüdüğümüz taş yoldan kaldırıp bana baktı. "Bir miktar." "Güzel. Çünkü ben hiç çekmiyorum." "Biliyorum." "Nedenini de biliyor musun bari?" "Elbette."
***
Yaralarım iyileşene kadar eve gitmeyip, kışladaki odamda kalacaktım. Çünkü bir süreliğine bakıma muhtaç biri olarak, Agatha'ya yük olmak istemiyordum ve beni bu halde görüp üzülmesine de gönlüm hiç razı gelmiyordu açıkçası. Ama Acwell, tek başıma kalmamamı ve onun gözü önünde olmamı istediği için, tüm inadıma rağmen, beni zorla kendi odasına getirdi.
"Bu senin hakkındı Ac." Yatağına uzanmış bir halde, elimdeki şeref rozetini inceliyordum. "Buna sen mi karar veriyorsun? Benim hatırladığım kadarıyla, hakem çoktan kazananı belirledi." Gözlerimi sinirle rozetten ayırıp, ayak ucumda oturan ona diktim. "Yalan söyledin! Bana, asla yapmayacağım demiştin! Neden kazanmama izin verdin ki? Neden tekrar kalkmadın?!" Ayaklarını yukarı toplayıp, sırtını dikkatlice duvara dayadı ve sakince cevapladı. "Bu, senin cezandı. Bana gerçekleri söylemekte bu kadar gecikmenin cezası. Ve birde..." Söyleyeceği şeyi tahmin ettiğim ve şuan bunun, böyle bir anda gündeme gelmesini istemediğim için lafını kestim. "Neyse ne! Bunun için çok daha iyi yöntemler biliyorum. Caydırıcı ve acı verici türden. Cezanın anlamı da bu değil midir zaten?" "Kime göre, neye göre? Hem acı çekmeni isteyen kim? Ceza ve ödül kavramları görecelidir. Bir katil için ölüm olgusu ödülken, sıradan bir insan için bu, en acı cezadır. Tıpkı balığı oltaya çekmek için solucan kullanılması gibi." Başını bana çevirip sordu. "Sen bir insan olarak, akşam yemeğinde solucanı tercih eder miydin?" Tiksintiyle yüzümü buruşturup, dilimi çıkardım. Bunun üzerine, aldığı cevaptan memnun bir şekilde, bakışlarını tekrar karşısındaki duvara sabitledi. "Bende öyle tahmin etmiştim. Bak işte gördün mü? Senin kusmana neden olabilecek bu besin, bir balık için, uğruna ölünebilecek kadar leziz bir yemek. Sen, kendi çabanla kazanmadığın bir galibiyeti, gerçek galibiyet olarak görmüyorsun biliyorum." Parmağıyla elimdeki rozeti işaret etti. "Hatta, onun sana getirisi olan maddiyata dahi sahip olmayı hiç istemiyorsun. Elinden gelse eğer, devletin resmi malı olmasa, aynı gün içinde onu denize atacağından hiç şüphem yok. Ama yapamazsın. Şimdi her gün, her dakika, onu üstünde taşımak zorundasın." Başını yasladığı duvardan ayırmadan, bir kez daha bana doğru çevirip, sırıttı. "Senin için bundan daha büyük bir ceza bulamazdım sanırım."
Hiç bu yönden düşünmemiştim. Beni böyle cezalandıracağı aklımın ucundan dahi geçmezdi. Ben daha çok, azar işitmeyi, bana küsmesini yada bir ay boyunca ahır nöbetine verilmeyi filan bekliyordum. Belli ki epey yanılmışım. Ayağımla hafifçe bacağına vurdum. "Zekisin. Sinir bozucu derecede hemde." Bana, kalbimin ağrımasına neden olacak bir şekilde gülümsediğinde, uzun bir süre gözlerimi ondan alamadım. Ne var der gibi başını salladığında, zorlanarak doğruldum ve bir süredir kafamı kurcalayan, beni gerçekten düşünmekten yıpratan o konuda konuşmaya karar verdim. Çünkü, bununla kendim başa çıkamayacağıma artık yeterince ikna olmuştum.
"Acwell." "Hımm." Nasıl başlayacağımı kafamda netleştirmeden lafa girdiğim için bir türlü devamını getirememiştim. "Ne? ... Adımı mı ezberliyorsun?" "Ya bekle!" Beni rahatlatacağına inanarak nefesimi dışarı verdim. Ardından bakışlarımı ellerime indirip, kesik kesik konuşmaya başladım. "Bir şey var... Kendime sormaktan çok çekindiğim... Hatta korktuğum bir soru." Bu kez başımı kaldırıp yüzüne baktım. "Onu sana sorabilir miyim? Sen benim için cevaplar mısın?" Kısa bir süre, sessizce bekledi. Sanki, konuşmanın varacağı yeri tahmin etmeye çalışıyormuş gibiydi. "Eğer bildiğim yerden ise..." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Terleyip buz gibi olmuş ellerimle, dizlerimin üstünde duran yorganı sıktım, sıktım... Ve sertçe yutkunup, kaderimi değiştireceğine inandığım o soruyu sordum. "Ben sana aşık mıyım Ac?"
Gözleri titredi ve daha önce hiç şahit olmadığım bir parıltıyla aydınlanıp, benimkilerin hedefinden kaçmak istercesine aşağı kaydı. Bir süreliğine almayı unuttuğunu sandığım nefesi yavaşça içine çekti. Ortam sessizliğe boğuldu. Uzun, derin bir sessizlik. Tıpkı fırtına öncesi gibi. Ama ben artık, her fırtınanın yıkım ve acı getirmediğini biliyordum. Yıllar önce annem gittiğinde, gitmek zorunda bırakıldığında öğrenmiştim bunu. O zaman kopan büyük fırtına beni; Agatha'ma, orduma, Kıra'ma, kılıcıma, okuma ve Acwell'ime getirdiğinde öğrenmiştim. Acı bir deneyimdi ama en nihayetinde deneyimdi. Eğer o gün hava güneşli olsaydı, her şey olduğu gibi kalsaydı, bu nimetlerin hiç biriyle tanışamayacaktım belkide. Sarayın mutsuz, renksiz, Borisin'de dediği gibi, gri prensesi olarak yaşayıp, ölecektim günün birinde. Ama şimdi biliyordum. Kimi fırtınaların ardından güneş doğardı. Kuraklık biter, yaşam başlardı. Hatta bazen, gökkuşağı bile çıkardı.
"Seni bilmem ama ben çok aşığım Alexandra. Hemde uzun zamandır... O yüzden, eğer değilsen bile elini çabuk tut olur mu?" Sözlerinin etkisi altında kıvranarak can çekişiyordum. Bir kaç duygu... Ayırt edemiyordum. Çünkü içimde, birbirlerine geçmiş halde çılgınca dans ediyorlardı. Bu eşsiz müziğin sesi nereden geliyordu? Peki ya burnumu gıdıklayan çiçeklerin muazzam kokusu. İlaçlar nereye kaybolmuştu? Bedenimde ki yaraların sızıları. En son ne zaman ne yediğimi hatırlamıyordum. Öyleyse damağımdaki bu mükemmel tat da neyin nesiydi? Aşk böyle bir şey miydi? Daha önce cenneti hiç düşlememiştim. Ama bundan başka ne olabilirdi ki? Eğer gerçekse bu ikisi, aralarında bir ayna olduğuna emindim artık. Onlara sürekli birbirlerinin yansımasını gösteren bir ayna.
Sıcacık elini, ondan daha sıcak olan yanağıma yerleştirdi. Beraber alev alabileceklermiş gibi geliyordu şimdi bana. Yüzümü, kendisininkine öyle yakınlaştırdı ki, aramızda var olan tek hava geçişi, birbirine değen nefeslerimizdi artık. Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp, kimsenin duymasını istemiyormuş gibi fısıldadı. "Ama yinede... Bence öylesin... Hemde uzun zamandır." Onu onaylayacaktım. Gerçekten. Buna şuan karar vermiştim ve doğru olduğunu söyleyecektim. Eğer dudaklarımı, kendininkilerle mühürlemeyip konuşmama izin verseydi...
Beni öptü. Hiç son vermeyecekmiş gibi. Günlerce çölde gezdikten sonra, tüm sussuzluğunu dindirecek vahayı bulmuş gibi. Yalnızca buna muhtaçmış, yokluğunda var olamayacakmış gibi. Ve bende onu... Ne bir eksik, ne de bir fazla. Dudaklarından bana ilettiği tüm duyguları, birebir aynı oranda hissederek karşılık verdim. Ve bu benim için, akıl almaz derecede güzel bir rüyanın ilk başlangıcı olacaktı. Bunu en derinden hissediyordum.
-Aniden, sende beni izliyor musun diye meraklanıyorum. Bütün yaralarımı keşfedersin diye endişeleniyorum.-
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAYIP PRENSES
Fiction HistoriqueKayıp bir prenses ve bir nefes yakınlığında olduğunu bilmeden, yıllardır onu arayan koca ülke. Kralın küçük bir hatası nelere mal olur? Bir zamanlar çok sevilen kraliçe, öfkeli kalabalığın elinden kurtulabilir mi? Peki ya henüz doğmamış bebeğini kur...