Düş Bahçesi bizden iki üst dönemde olan ve çoktan mezun olmuş bir okul başkanının fikriydi. Okulun karşısındaki yeşillik arazinin kullanılmadığını fark etmiş ve orayı kendi tabiriyle 'Okulun boğuculuğundan sıkılan öğrenciler için küçük bir cennet.' Haline getirmeyi düşünmüştü. Tabi bu fikri yönetime açarken aynı kelimeleri kullanmamıştı, orası en resmî tabirle bir interaktif çalışma alanıydı. Arazi çok büyük değildi, iki sınıf kadar yer kaplıyordu ve oturmak için birçok alternatifiniz vardı. Kitap okumak istiyorsanız ağaçların altına atılmış puflara oturabilirdiniz tabi bu pek tercih edilmezdi çünkü böceklerin sizi rahatsız ettiği iddia edilirdi ancak doğaya aşık insanlar buna pek aldırış etmezdi. Piknik yapmak veya arkadaşlarınızla oturup muhabbet etmek istiyorsanız çardakta takılabilirdiniz aslında bunu yalnızken de yapabilirdiniz tabi tek başınıza o koca çardağı işgal etmek gözünüzü keserse. Tamamen yeşilliğin içinde kalan bahçeyi karşılıklı iki yeşil çit sınırlardı ki biz onlara 'duvar' derdik ve benim gözümde bu bahçeyi değerli kılan asıl şey de buydu. Kapının olduğu duvara çizimlerinizi, maketlerinizi ya da kendinizden bırakmak istediğiniz ne varsa asabilirdiniz, karşısındaki duvarda ise devasa bir tuval vardı ve bomboştu. Sizi etkileyen herhangi birisinin resmini ismiyle birlikte o tuvale yapıştırabilirdiniz ya da çizebilirdiniz. Kısacası o bahçe güzeldi öyle ki orasının bizim okula ait tek güzel şey olduğunu bile söyleyebilirdim; tek düze gibi görünen, içindeki gerçek kişiliği çirkinliklerle örtmek zorunda kalmış nice çocuğun farklı farklı tonlardaki renklerini taşıyordu.
Aklımdaki isim spesifik bir sebebi olmamakla birlikte Schrödinger'di hani şu kedisiyle kuantum fiziğinde çığır açan çılgın matematikçi... Kendisinin varlığını 12 yaşımda izlediğim bir belgesel sayesinde keşfetmiştim, o sıralar fen dersleri ağırlaşmaya başlıyordu ve aslında fen derslerine olan zorunlu ilgim de bu vesileyle başlamıştı nitekim o herkese ağır gelen derslerin altından kalkabilen nadir çocuklardan birisi olmuştum. Bu yüzden hocalar okulda fen öğrenmek için can atan ancak derslerin zorluğu nedeniyle kendilerini gösterememiş onca çocuğu hiçe sayarak beni bilim atölyelerine yönlendirmeye çalışmış ve kesinlikle uyumlu bir çocuk olduğum için onlara uymuştum ben de. Ne var ki bahsettiğim gibi bu ilgi zorunluydu nitekim hocalar benden ellerini ayaklarını çekince ben üstüne bir şey katamamıştım, yeterli ilgiye sahip değildim. Asıl ilgimin olduğu alan yeteneklerim yüzünden hep göz ardı edilmişti ve aslında benim de ortaokulumdaki o ilgisi hiçe sayılan arkadaşlarımdan bir farkım yoktu, o küçük halime rağmen fark edip de umursamadığım birçok gerçek karşımdaki tuval yüzünden bir bir aklıma doluşmaya başlamıştı ve durgunlaşmıştım. Eğitim sistemimiz vahşi doğadan farksızdı... Sisteme uyum sağlayamayanlar yok sayılıyordu, sağlayabilenler ise var olduklarını hatırlatabiliyor ancak kendilerinden ödün veriyor ve benliklerini kaybediyordu; etrafındaki diğer uyum sağlayabilenlerin bir kopyası oluyordu.
Dehşet vericiydi.
"Ne görüyorsun?" Arkamda hissettiğim bedenle hafifçe irkilmiş ve bakışlarımı henüz yarısı dolmuş olan tuvalden çekerek arkamdaki Engin'e dönmüştüm. Kıstığı gözleriyle aynı benim gibi karşısındaki tuvali süzüyordu, ona baktığımı henüz fark etmemişti "Bir sanat eserine uzun uzun bakan insanların o şeyde ne gördüğünü hep merak etmişimdir... Onların görüp de benim göremediğim şey ne diye düşünür düşünür dururum. Benim merakımı giderir misin?"
"Karşındaki her tuval bir sanat eseri değildir, bunu biliyorsun değil mi?" Alayla konuşmamla birlikte bakışlarını bana çevirmişti "Buna sanat eseri demenin bir sebebi olmalı."
"Estetik algıma güvenmiyor musun?"
"Güvenmemem gerektiğini bir otuz saniye önce kendin gösterdin. Lafın nereye doğru gittiğinin farkında mıydın? Estetik algının yeterince gelişmediğini kendi ağzınla söyledin."