" O günü hatırlıyor musun sevgilim? İlk beni gördüğünde o kemikli, uzun parmakları olan solgun beyaz eline, kırmızı renk bulaşmıştı, kesilen parmağımı sıkı sıkıya kavramıştın elindeki peçete ile, ya şimdi? Neden tutmuyorsun elimi sıkıca, neden düşüyor elin her tuttuğumda bir süre sonra yatağın kenarına!?"
Nefes nefese ağlarken yeniden göğsüne koyduğu elini bıraktı yavaşça ve karşısındaki soluk beyaz tenli bedenin, gittikçe griye çalan rengine baktı uzunca, eli güçsüzce düştü yeniden yatağın kenarına porselen bebeğin. Hoseok'un porselen bebeğinin, Hoseok'un yüreği ise, onun eli ile birlikte, bir kez daha kor ateşe.
---
Çok fazlaydı, hemde çok fazla. Oluk oluk akan kan, gri laminanta koyu kırmızı bir renk katıyordu. O sırada, hiç beklemediğim bir anda avuçlarımın üzerinde tuttuğum işaret parmağımın solgun bir avuca alınması ve yavaşça üzerimde küçük pembe ayıcık desenleri olan bir bez ile sarılışıidi.
Merakla gözlerimi kaldırırken karşımdaki koyu kahve gözler ile karşılaşırken içime garip bir sancı döşenmişti, sanki... Sanki içimde alışveriş merkezlerindeki müzikli tırtıl trenlerden dolanıyor gibi hissediyordum. Saçma geliyordu öyle değil mi, yaşayan bilir demek, bundan olsa gerekti. Beyaz, kendine has olan solgun teni ona Alacakaranlık efsanesinde ki Edward Cullen havası katıyordu. Su yeşili saçları, bahar havası bürüyordu etrafa, bilinmezdi kaç saniye geçti, kaç dakika, belki saat... Bilmezdim, onunla sanki... Zaman durmuş gibiydi, şey derlerdi küçükken hep, hastaysan oyun oyna, unutursun. Ben kalemtıraş ile kestiğim işaret parmağımın, ondan oluk oluk akan kanın acısını, sonun baharı andıran saçlarında unutmuştum.
"Eliniz iyi mi? Fazla kanıyordu ama şimdi, şimdi durdu gibi?"
Demişti, besbelli ortaya çıkan diş etleri ile genişçe gülümseyerek. O an, o an sanki bu yaşıma denli dört duvar arasında yaşamıştım, boğuluyordum ve yıllar sonra evin o ağır kilitler döşenmiş kapısını aralamış, o kır çiçeklerin kokusunu almıştım, bahar saçlımın gülüşünde.
Zannedersem... Ben artık, artık ilk görüşte aşka inanıyordum.
"Neden konuşmuyorsun? Şok mu geçirdiniz?"
Şaşkınca bakıyordu, ince bir çizgi gibi çekik olan gözleri, sanki yerinden çıkabilecek kadar irileşebilme olanağı var gibi. O an, içimi bir gülme almış, dudaklarımda koca bir tebessüm belirmişti.
"H-hayır... Acımıyor artık."
Peçeteyi çekip yandaki çöp kutusuna atmış ve yavaşça arkasını dönmüştü, o daha kapıdan çıkmadan, gidecek olmasının hüzünü kaplamıştı ruhumu.
Birden geri dönmüştü ama, işte o sırada gülümseme yeniden almıştı dudaklarımda ki yerini.
" Şey, bekle... Sana krem getireceğim!"
Hızla arkasını dönüp koşarken onu izledim. Küçük bacaklarının hareketlerini... Kalbim... Kalbim yemin ederim bedenimden çıkabilecek olabilse, sanki burada zorla hapis tutuluyordu ve çıkabilecek olsa, beş dakika daha burada durmazdı, bu bedende kapalı kalmazdı.
---
İlerideki onun en sevdiği renk olan, kırmızı renk kutuyu açtım ve içindeki pembe kalpli, ortasında kurumuş kanın kattığı kırmızılık bulunan peçeteyi elime aldım, gülümsedim ve sehpanın üzerinde bulunan hapımı aralamış olduğum dudaklarımın içinden, dilimi koydum. Soğuk suyu içtikten sonra hap boğazımdan geçerken acı bir gülümseme bıraktım ve yeniden döndüm yatağa, bir elimde ondan ilk aldığım parça, diğer elimde ince beli... İşte böyle daldım uykuya.
10.09.2018
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Death Toy | Sope
Teen Fictionİnce, kırılgan bir porselen bebek gibiydi, o. Ben ise, yemin ederim... Yemin ederim onun için, gözlerinden bir daha dökülmesin diye o tuzlu su damlası, saklamak istedim onu. Saklamak istedim, gözünden bir damla daha yaş akmasın istedim, herkesten...