1 | squwiard'ın mezarına açılan hayal

483 51 48
                                    

"Olağanüstü şeyler gördüm. Çözemediğim tek gizem kalbimin neden hala senden vazgeçmediği."




Billie Ellish, i love you.

Gece, bir şeyleri örtüp, üzerini kapatırdı. Acıların, yanlışların ve pişmanlıkların. Tüm bu berbat olayları karanlığına gömer, sessiz sedasız, bilge bir yaşlı gibi yeni hataların gelmesini beklerdi. Ama benim lanet olası hastalığım, sendromum hava karanlığa büründüğünde, en hassas, en savunmasız olduğum zaman ortaya çıkardı.

Uyurgezer olmak. Çoğu kişiye basit bir sendrom gibi gözükse de, dünya üzerinde defalarca ölümlere yol açmıştı. Ve ben şimdi, ayaklarım çıplak, üzerimde çizgili bir gecelik takımı ile arabaların vızır vızır geçip gittiği caddede ayakta dikiliyordum. Neredeydim? Buraya nasıl gelmiştim? Hepsi muammaydı şu an. Yerler yağmurla yıkanmış, topuklarımı da sırılsıklam etmişti. Yavaş adımlarımla karşıya geçtim. Kaldırımları işgal eden tek tük insanlar, yalın ayaklarıma, ıslak saçlarıma korkunç bir varlık gibi korku ile bakıyordu.

Bakışları umursamadım. Nerede olduğumu çözmem ve eve dönmem gerekiyordu. Saatten haberim yoktu ama tahmin edebiliyordum, gece ikiye yaklaşmış olmalıydı. Zihnimi zorlarken, gözlerimi etrafta gezdirdim. Tanıdık yer bulma çabamı tanıdık ve sorgulayan bir ses böldü.

"Jongho?"

Duyduğum ton, dişlerimi sıkmama sebep olurken, isteksiz geriye döndüm. Song Mingi, abim San'ın yakın arkadaşı, benim kalbimi teslim ettiğim adam, Song Mingi şimdi korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Benim sefil halime bakılacak olursa, o gayet şık bir deri ceket giymişti. Siyah saçlarının uçlarını süsleyen yeşil tutamlara her zaman âşıktım, şimdi ki gibi.

"Choi Jongho, bu saatte, hele de bu hâlde dışarı da ne işin var?"

"Hyung.." diyebildim. Konuşamadım. Eğer konuşursam dakikalardır içimde tutup, güçlü durmaya çalıştığım yenilgilerim ile hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım. Dudaklarımı sertçe ısırdım. Yanlızca bir adım atabildim. Sonrasında küçük bir çocuk gibi kollarımı ona uzatıp, gerçekten içimi çıkarmak istiyorcasına ağlamaya başladım. Kendimi tutmak isterdim, ağlamak çözüm değildi ama yapamamıştım. O da beni her zaman ki gibi kabul etti. Güçlü kollarını bana sardı ve bir iç çekti. Anlamıştı. "Uykunda mı çıktın?"

"Evet.. Hyung." Burnum kendini şelale sanıp, akmaya başlayınca, yanımda olduğunu umursamadan kuvvetli bir ses ile çektim.
"Abini arıyorum.."

Endişe ile sıçradım. Hayır, abimi uyandırması hiç iyi olmazdı. Yarın önemli bir final sınavı vardı ve uykusunu alması gerekiyordu. "Olmaz, yarın önemli bir sınavı var. Uyanırsa, iyi olmaz. Onu kötü etkilemek istemiyorum hyung."

Tek kolu ile beni kendine daha çok bastırırken, kokusunu içime çektim. Tamam sarhoş olmak istemiyordum. Benim dediklerimi kaale bile almamıştı çünkü telefonun arama sesini çok net duyabiliyordum. Telefon, çaldı, çaldı en sonunda, kapanmaya yakınken açıldı. "Ne istiyorsun Mingi?"

Uyku dolu ses ile kendimi kötü hissetmekten başka bir şey yapamadım. Başımı yasladığım hyung'ın sert göğüsü kafam ile beraber derin bir nefes sayesinde havalandı. "Jongho uykusunda dışarı çıkmış gerizekalı. Kapıları kilitlemeden mi yattın?"

San abim bir süre sessiz kaldıktan sonra "Ne?!" Diye bir çığlık attı. Endişe ettiğini anlamıştım, eli ayağına karışmıştı büyük ihtimal. Telefondan abimin sesi ile birkaç patırtı ulaştı kulağıma. "Neredesin? Söylesene gerizekalı Mingi!?"

Mingi hyung kıkırtı ile nefes nefese "gelme, gerek yok. Biz eve geliyoruz zaten." Dedi ve telefonu kapatıp cebine attı.

Biz. Biz hiç, biz olamadık ki hyung?

kır çiçeklerinin intiharıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin